Geçen hafta Hz. Mevlana'nın Şeb-i Arus'unun 747. yıldönümüydü. Pandemi sebebiyle Konya'daki Mevlevi mukabelesi bile sadece protokolün iştirak ettiği sembolik bir törenle icra edilmeye çalışıldı. Mevlevilik ve Hz. Mevlana, dünya üzerinde en fazla tanıman tarikatlardan bir tanesi. Özellikle "Semâ" yerli-yabancı bütün insanların dikkatini çeken bir tasavvufi bir icrâdır.
Mevlana eserlerinde Semâı, kendinden geçmeyi, hakka vasıl olmak sûretiyle elest bezmindeki, "evet, sen bizim Rabb'imizsin!" sesini işitmeyi ifade ettiğini beyan etmiştir. Mevlana'ya göre musiki etkisiyle gerçekleşen semâ, nefsine yenik düşmüş avam için değil aşk mertebesine ermiş havâs içindir. Mevlevilik'te aşk mertebesine ermek, yani havas olmak için, Mevlevilik kabul ritüellerini gerçekleştirip 1001 gün çileyi doldurmak gerekiyor. Mevlevilik açısından "Semâ" bir müzikal, bir gösteri ya da folklorik bir dans değildir. Semâın kendine özgü bir disiplini, bir uygulanma biçimi vardır. Mevlevi mukabelesi, ney taksimi ile başlar akabinde Farsça bir naat ve yine güftesi Farsça olan ilahilerle Semâ edilir. Semâ bittiğinde Kur'an-ı Kerim'den, Kur'an'ın kendi nazil olmuş olduğu orjinal dilinde bir Aşr-ı Şerif okunur. Akabinde geleneksel Mevlevi gülbankı okunur ve dua ile son bulur. Hz Mevlana döneminden bugüne kadar Mevlevi mukabelesi ve Semâ'da hem mutrip heyeti, hem de semazenler erkektir. Kadınların Semâ etmesi diye bir uygulama yoktur. Erkek kadın karışık Semâ etme veya kadınların sazende olarak mutrip heyetinde icrası diye bir husus yoktur. Çünkü Semâ bir müzikal veya folklorik bir dans değil, mevleviliğin bir mefhumudur.
Mevlevilik elbette din değildir. Ancak geleneklere saygı duyulması açısından özünden koparılmamalı, bozulmamalıdır. Bu Şeb-i Arûs haftasında İBB, "Semâ Ayini" diye bir müzikali düzenleyerek hem Mevleviliğe hem de o gösteride Kur'an-ı Kerim'in Türkçe mealini makamlı bir şekilde Kur'an yerine oturarak İslam dinine saygısızlıkyapmıştır. İslam'ın ibadet dili, Kur'an-ı Kerim'in inmiş olduğu dil olan Arapçadır. Kur'an meali, hangi dilde olursa olsun Türkçe, Farsça, Rumca, İngilizce, Latince fark etmez Kur'an değildir. Kur'an, tilaveti ile ibadet olunan bir kitap olduğu için tilavetin orijinal dilinde yapılması gerekmektedir.
Kur'an'ın Türkçeleştirilmesi teşebbüsü ilk defa ilk defa bugün gündeme gelmiş bir konu değildir. Cumhuriyet döneminde ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi için bir takım teşebbüs, uygulama ve zorlamaların olduğunu biliyoruz. Önce ezanın Türkçeleştirilmesi fikri ortaya atılmıştır. Ziya Gökalp, 1908'de Osmanlıcılık/Osmanlılık idealini taşıdığı dönemlerde "Ezan" adlı şiirinde ezanı, Asr-ı Saadet'in sesi olarak nitelendirip, ezanın dini, tarihi ve İslam dünyası için evrensel manasını: "Okunurken ezan sanır her vicdan / Cebraildir gelmiş Bilal ağzından / bütün İslam ümmetine seslenir." diye dile getirmesine rağmen Selanik'e yerleşmesinin ardından Selanik'teki cemiyet insanlarının (Sabetayistlerin) etkisiyle Osmanlıcılık idealini rafa kaldırıp, Türkçülük idealini kendisine şiar edinerek, -10 yıl sonra- 1918'de yazdığı "Vatané şiirinde: "Bir ülke ki câmiinde Türkçe ezan okunur / Köylü anlar mânasını namazdaki duânın... // Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur / Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın / Ey Türk oğlu işte senin orasıdır vatanın” diyerek ezan ve Kur'an'ın Türkçe okunması gerektiğini açık bir şekilde ifade etmiştir. Daha sonra "Türkçülüğün Esasları" isimli kitabında bu fikrini tekrarlamıştır. Cumhuriyet döneminde bu görüşleri, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hararetle benimsediğini ve bizzat ilgilendikleri bir konu olmuştur. 1928’de Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun 2. maddesinde yer alan, “Devletin dini dîn-i İslâm’dır” fıkrası ile 26. maddedeki “ahkâm-ı şer‘iyyenin Büyük Millet Meclisi tarafından yürütüleceği”ni belirten cümle kaldırılmış, böylece devlet hukuken laik olmuştur. Bunun üzerine, Mustafa Kemal'in takibi ve zaman zaman bizzat kendisini de katılarak doğrudan yaptırdığı çalışmaların ardından Türkçe ezan, tekbir, kamet ve salâ'nın türkçeleştirilmesi, hutbenin türkçeleştirilmesi, namazın Türkçe Kur'an'la! kıldırılması kararı alınmış ve aynı yıl önce Fatih Camii'nde ve akabinde Ramazan Ayında Ayasofya Camii'nde uygulanmak suretiyle 18 yıl sürecek istibdat dönemi başlatılmıştır.
Laikliği dinin devlete, devletin dine karışmaması olarak tanımlayan kadrolar, devlet gücünü kullanarak, dinin ana umdeleri üzerinde ciddi bir operasyon girişmişlerdir. Operasyonun yanlışlığını dile getiren itiraz edenlerde "kati ve şedid bir şekilde” cezalandırılmışlardır. Mustafa Kemal'in isteği üzerine, Mehmet Akif'ten Kur'an'ın Türkçe mealini yapması istenir. Yalnız mealin, önceki mealler gibi değil, ibadetlerde kullanılacak formatta olması yani şiir diline uyarlanmış, ezberlemesi okunması kolay olan, adeta şiir gibi olması istenmiştir. Akif, meal çalışmasına başlar fakat yapacağı bu meal çalışmasının gayesinin namazda Türkçe nin ibadet dili olarak kullanılacak olması olduğunu, dini/ibadeti bozmaya bir teşebbüs olduğunu anladığından çalışmayı bitirmez ve yapmış olduğu kısmı da yok eder. Kazım Karabekir Paşa bu konuda Mustafa Kemal'e sert eleştiriler yöneltir. "Gazi, Kur'an-ı Kerim'i bazı islamlık aleyhtarı kimselere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur'an'ın Arapça okunmasını namazda dahi men ederek bu tercümeyi okutacak. Aklınca Kur'an'ı da, İslamlılığı da kaldıracaktır. Etrafında böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor." diyerek ifade etmiştir.
Bugün İBB'nin, "Sema Ayini" diye düzenlediği müzikalde ki -kesinlikle Mevlevi Mukabelesi değildir- Kur'an'ın Türkçe mealinin, makamlı bir şekilde Kur'an yerine okutulması 1930'larda ki devlet gücünü kullanarak İslam'a, dine operasyon çekmenin özlem'i, bir anlamda küpün içindeki zihniyetin dışa vurumudur. "Cumhuriyet, fikri hür, vicdanı hür, irfan'ı hür nesiller istiyor!" iddiasında olanlar ne tezattır ki; devlet gücünü kullanarak fikri köle, vicdanı köle, irfan'ı köle, imanı jöle nesiller yetiştirmek, 1000 yıldır Müslüman olan bu milleti özünden kopararak, köksüzleştirmenin mücadelesini vermişlerdir. İbadet dilini türkçeleştirme çabasında olanlar: Alfabeyi Latin alfabesine, Medeni Kanunumuzu İsviçre Medeni Kanunu'na, Ceza kanunumuzu İtalyan Ceza Kanuna, Ticaret Kanunumuzu Alman Ticaret Kanununa, İdare Hukukumuzu Fransız İdare Hukukuna ve Ceza Muhakemeleri Usulünü de yine Alman Ceza Muhakemeleri Usulüne değiştirmişlerdir. Giyim-kuşamıda İngiliz ve Yahudi giyim kuşamına değiştirmişlerdsir.
Ezan ve ibadet dili bir dinin şiarıdır, sembolüdür. Değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Bugün dünyanın hangi coğrafyasına giderseniz gidin ezanı ifade eden cümleleri duyduğunuzda manasını anlamasanız bile orada Müslümanların var olduğunu anlarsınız. İbadet dili arapçadır ve Kur'an-ı Kerim'deki sure ve ayetlerin orijinal dilinden okuyarak gerçekleştirilir. İbadet dilini tTrkçeleştirmek ya da farklı bir dile çevirmek o millete hizmet değil, o dini yok etmek için yapılmış olan bir teşebbüstür. İBB'nin yaptığı Mevlana'yı anmak, Şeb-i Arûs'u idrak etmek değil soytarılıktır. Mazilerinde olan dikta döneminin yeniden hortlatılmasıdır. Tasmalarını ellerinde tutan efendilerine sempatik gözükmek için yakılan bir sinyaldir. Semâ'da kadın ve erkeleri karışık döndürmek, kendi fırıldaklıklarını gölgelemeye, çevirdikleri dalavereleri örtmeye yetmeyecektir.
1932 ile 1950 arasındaki 18 yıllık dönemde ezanı ve Kur'an'ı orijinal dilinde okuyanların, okutmaya çalışanların karakollarda gördükleri işkencelerin izleri hâlâ bu milletin kalbinden silinmemiş, işkencenin her türlüsüne maruz kalan masumların çığlıkları ve iniltileri hâlâ bu milletin kulağında yankılanmaktadır. Bu vatan üzerinde esen rüzgarda, ezanı aslına döndürdüğü için idam edilen başbakanın nefesi vardır. Ezanı yada Kur'an'ı yeniden Türkçeleştirme girişimi bu millete ve bu milletin milli ve manevi değerlerine savaş açmaktır.