Zaman, İslam’ın Mekke dönemi..
Bir ara Resulullah (s.a.v)’e vahyin gelmesi kesilmişti. Günler geçtiği halde vahiy meleği Cebrâil (a.s) gelmiyordu. Bu duruma Hz. Peygamber (a.s) çok üzülmüştü. Bir kısım müşriklerle birlikte Ebu Lehep’in eşi Ümmü Cemîl gibi İslam sevmezler kara propaganda yapmaya başlamışlardı. O’nun mübarek yüzüne karşı: “Muhammed ne oldu, şeytanını göremiyoruz. Her halde Rabbin sana darılmış ve seni terk etmiş olmalı” şeklinde konuşmaya başlamışlardı. Bu alaycı sözlerden dolayı Hz. Peygamber (a.s)’ın duyduğu derin üzüntü üzerine Yüce Allah onu teselli etmek adına şu ayetleri indirmişti:
“Yemin olsun, kuşluk vaktine,
Kararıp sakinleştiğinde geceye ki,
Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.” (93/Duhâ, 1-3).
Kur’an tarihinde vahyin kesildiği bu döneme “fetretü’l-vahiy ya da ınkıta-i vahiy” adı verilir. Acaba Mekke müşrikleri vahyin kesildiğini nereden anlamışlardı da Hz. Peygamber (a.s)’ı psikolojik harb taktiğiyle yıpratmaya ve bunun üzerinden de topluma hem nübüvvet ve hem de vahiy hakkında tereddütler uyandırmaya çalışmışlardı?
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (a.s) gelen her ayet ve sureyi aleni olarak Harem-i Şerif’te okur ve bunu da müşrikler dinlerlerdi. Onlar, istemeseler de bugün gelecek vahiy ne tür mesajlar taşımaktadır? Şeklinde bir beklenti ve alışkanlık içerisinde bulunuyorlardı. Müşriklerin küfr-i inadileri bu mesajı kabul etmeye engel oluyordu. İşte Resûl-i Ekrem (a.s) tarafından haber-i azim olan vahyin kesilmesinden dolayı duyurulmaması onları İslam’ın aleyhinde propaganda yapmaya yöneltmişti. Belli bir aradan sonra Duhâ Suresi’nin inmesiyle birlikte İslam’ın bir bengisu gibi kalplere nüfuz edeceği bildirilmiş, müşriklerin hevesleri kursaklarında kalmıştı. Hz. Peygamber (a.s) ve onun kutlu yolunu takip eden mü’minler ise büyük bir sevince boğulmuşlardı. Elbette bunda da vardı, bir hikmet..
Her şeyi bütün yönleriyle en üstün bilen ve hikmetine uygun bir şekilde yaratan Rabbimizdir. Vahyin kesilmiş olması da O’nun hikmetinin bir gereğidir. Nasıl ki, Kur’an’ın nüzul tarihinde meydana gelen “inkıta-i vahiy” ruhsal anlamda Sevgili Peygamberimizi bir insan olarak olumsuz yönde etkilemişse, Kur’an’ı okuma ve anlama konusunda ertelenecek bir davranış da bizim zihin ve gönül dünyamızda benzer gerilimler oluşturabilir. Zira Kur’an hem tertîl üzere okunacak ve hem de okunan âyetler üzerinde derinlikli tedebbür, tefekkür ve tezekkür faaliyetleri sürdürülecektir. Bu anlamda Kur’an’la bağı kesik olan mü’minlerin durumu, nefes darlığı çeken bir hastanın oksijen tüpünden mahrum olmasına benzer. Kur’an mü’minin hem virdi/zikri ve hem de yaşama kılavuzudur. Ondan kopuk bir hayat, sudan çıkan balığa benzer. Nasıl ki sudan çıkan bir balık ölüme mahkûmsa, Kur’an’la ilişkisini kesen bir mü’min de kalbi de manevi açıdan ölür. Kalbe hayat veren, en büyük zikirler arasında yer alan Kur’an okumak ve anlamaya çalışmaktır. Çünkü Kur’an okuyup anlaşılmak ve yaşanmak için indirilmiştir. Kur’an okurken; dil, akıl ve kalp üçlüsü, sıkı bir ilişki halinde olmalıdır. Dil âyetlerin lafzını kalbe gönderirken; kalb de bu âyetlerin anlam alanını akla göndererek tesirini davranışlarda gösterecek şekilde sonuçlar çıkarmalıdır.