4-5 yaşındayken evde ilk dersi besmele olan çocuklar, Yahya Kemal’in o deruni, destansı benzetmesiyle ‘’ Kitabullah’ın, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar.’’Dedesinin, akşam namazlarından sonra, sesli Kur’an okurken dudaklarından çıkan zerrelerin kevser ırmağına karıştığını görür gibi bir anlam denizinde gülümseyerek yetiştiler.
Üç gün önceden ramazan orucu tutmuş gibi bayrama hazırlanırken,ruhuna atılan tohumların yeşermesini bekledi farkında olmadan. Bayram sabahı özel giysileriyle babasının elinden tutup camiye gittiği zamanı, yüreğinin altın odasına işlemişti getirilen tekbirler gibi.
Annesinin, başına örttüğü beyaz yaşmağıyla kıldığı namazı görünce meleklerin anneyle birlikte kendi ruhunu da çiçek demetlerine sardığı anı fotoğrafladı kalbinin, yalnız Allah’a açık en mahrem çekirdeğinde.
Ama okul başkaydı. Mesela okuma parçasında geçen ‘’eski mekteplerde hocaların elinde uzun bir sopa; vurdu mu ya Ayşe’nin kafatasında, ya da Hasan’ın ense kökünde patlardı’’ cümlelerine şaşırdı o saf yüreğiyle. Çünkü tatil günleri mahalle camisinin imamı Ali Hoca’dan namazlık dersleri alırdı ama elinde hiç öyle sopa görmezdi. Çocukları da çok seven bir insandı diye geçirse de içinden; sen bizim yazdığımıza inanacaksın gördüğünü bırak dediler.
Okulların her kademesinde ‘’Kitabullah’ın sarı sayfalarını koklayan çocuklar’’, ruh dünyalarındaki özün ,özgürlüğüne müdahale edildiğini;Kitabullah’dan aldıkları her bilgiyi uygulamaya geçirmek isterken laiklik adıyla bir engel çıktığını; sözde yağmur diye Fransa’dan ithal edilen laikliğindeğil Müslümanı, inançsızları bile kısır bir kara bulut dumanıyla kavurduğunu söyleyip durdukları halde siz bilmezsiniz bize inanmalısınız dediler.
Tam da Cumhuriyetin ilk ABD büyükelçisi Joseph Grew’in ‘’Hukuk ve adalet gittikçe laikleştirildikçe, devletin kendini dinden ayırması kaçınılmaz bir sonuçtu. Fakat İslamlık Türkiye’nin medeniyetidir.İslamlıktan sıyrılmış Türkiye’nin,gelecekteki gelişmesine ve kültürüne temel olarak alabileceği ,kendine özgü bir uygarlığı yoktur’’ diye yaptığı değerlendirmeyi söylüyoruz diye çırpındılarsa da, sen bilmezsin bize inanmak zorundasın dediler.
Büyük babam,Sultan Abdülhamid’i hep hayırla yad ederdi, siz Kızıl Sultan diyorsunuz buna tahammül edemiyorum diyen Kitabullah dostlarına, tepeden bakıp istihza ederek tarihi biz yazarız;siz inanmakla sorumlusunuz dediler. Aslında tepeden bakmanın psikolojik anlamda bir aşağılık kompleksinin sonucu olduğunu bilmeyecek kadar cahil olduklarını Kitabullah dostları biliyordu ama onların sabrına korkaklık dediler.
İlkokuldan üniversiteye kadar doğru gibi anlatılan ve şuurumuzun altına sessiz sedasız yerleştirilen yalan ve yanlışlarla yüzleşmek öyle çok kolay gibi görünmüyor bize. Birey olarak iki seçeneğiniz vardır. Ya öncekileri yanlış olduğunu bildiğiniz halde doğru gibi kabul edip onun üstünde hayatınızı mutluluk(!) içinde bitirmek, ya da yanlışlara meydan okuyarak bunları yenileriyle değiştirmek. İkinci seçeneği kullanacaksanız kendinizle çetin bir savaşı göze alacaksınız demektir. Eski ile yeninin çatışması insanı huzursuz edecek, belki günler ve aylarca uykusuz kalacaksınız ama düzlüğe çıkmak için değer.Selamlar.