Geçen hafta Suudi Arabistan Kralı Abdullah öldü. Yeni Kral Selman da tahta oturdu. Bu vesileyle Suudi Arabistan’da siyasi mekanizmanın nasıl işlediği, dış politikanın nasıl yürütüldüğü konularını değerlendirme ve Türkiye ile ilişkilerine dair bilgilerimizi yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissediyoruz.
Suudi Arabistan sıradan bir ülke değil. Ortadoğu siyasetinde önemli bir yer tutmakla kalmıyor, İslam ülkeleriyle ilgili Batı tasarruflarında aktif biçimde yer almak suretiyle, özellikle Amerikan ilgisine birinci derecede mazhar oluyor.
Bildiklerimizi sıralayalım:
Suudi Arabistan’da veliaht prensin, yani yeni kralın kim olacağı konusunda son sözü İngiltere söyler. Bu Suudi Arabistan’a ‘verilen’ bağımsızlığın ‘karşılığıdır’. ABD silah sanayiinin en büyük müşterisidir. Petro-dolarlar ya ABD bankalarında ya da New York, Londra Borsalarında ‘değerlendirilir’. Amerikan menfaatlerinin korunması noktasında zaman zaman Suudi Arabistan’a görevler ‘tevdi’ edilir; onlar da görevi ‘tartışmadan’ yerine getirirler. İnsan hak ve hürriyetleri konusunda hiçbir ‘hassasiyeti’ bulunmayan ülkeye karşı Batıdan hiçbir eleştiri yöneltilmez. Suudi Arabistan ‘Batı-sever’ Körfez emirliklerinin de ‘hamisi’ konumundadır. Kısacası Suudi Arabistan, ABD ve müttefiklerinin İslam Dünyasındaki en önemli ‘partneridir’.
Batı ile ‘içli-dışlı’, ama Hadim-ül Haremeyn, yani Mekke ve Medine’deki kutsal yerlerin hizmetkârı ‘şerefine mazhar’ bir hanedanla karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2009 Davos çıkışından sonra Türkiye’ye karşı değişen ABD, İngiltere, İsrail bakış açısını Suudi Arabistan’la da yaşadık. 2005 yılında tahtını Türkiye’ye kadar getirerek ‘tacımla, tahtımla seninle beraberim’ anlamına gelen ‘açık’ çeki, 2009 sonrası dönemde iptal eden krallık bugün ‘farklı telden’ çalıyor.
Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Riyad’daki Cenaze törenine katılmasını eleştirenler oldu. Haklı değiller. TC Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten bir kişi olarak, törene mutlaka katılmalıydı. Belki, bireysel olarak bakıldığında, ‘şahsi yaklaşım ve açıklamalarına ters bir durum var’ diyebiliriz. Son dönemlerde yaptığı açıklamalarla çelişiyor.
Suudi yönetimi Mısır’da Mursi’ye karşı harekette ‘taşeronluğu’ üstlendi; Gezi Olaylarından sonra Türkiye’de birtakım ‘manipülasyonlara’ girdi; Gazze’ye ‘üzülmedi’; IŞİD’e ‘destek’ verdi; ümmetin derdiyle dertlenmiyor, sevinciyle de mutlu olmuyorlar. Dünya meşgalesinde ‘bizimle’ değiller yani.
Ancak, diktatörlüklerde diktatör değişimi, monarşilerde tahta geçme, demokrasilerde de seçim dönemleri ‘yönetici değişimi’ anlamına geleceği gibi politika değişiklikleri için de ‘milat’ olarak kabul edilirler. Bu dönemlerde etrafta kimler bulunuyorsa, kim ‘yakın’ görünürse onlar yeni yöneticileri daha fazla etkilerler. Yeni dönem şekillenirken daha ‘belirleyici’ olurlar.
Cumhurbaşkanı bu anlamda çok stratejik bir karar vererek, Riyad’a gitti. Eski kraldan ziyade, yeni krala çok açık bir mesaj verdi: ‘İlk gününde, en mutlu döneminde yanındayız, bundan sonra sen de bizimle ol’.
Uluslararası ilişkiler böyle bir şey. Hele reel politik bundan başka bir şey değil. Sürekli dostluk, sürekli düşmanlık yok. Milletinizin, devletinizin, beraber hissettiğiniz toplumların menfaatleri neyi gerektiriyorsa o şekilde hareket edersiniz.
Suudi Arabistan’dan vazgeçmeniz mümkün değil. Devlet vazgeçse, millet vazgeçmez. Son dönemlerde artan umre, hac taleplerini nereye koyacaksınız? Namazlarında Müslümanlar her gün, beş vakit oraya yöneldiği müddetçe yapabileceğiniz şeyler sınırlı.
Dünyanın bir numaralı petrol üreticisi. Ekonomik anlamda çok büyük. ‘Net ithalatçı’ bir ülke. Siyasi açıdan da çok güçlüler. Etki alanları geniş. Vazgeçemezsiniz. Halka dayanan rejimleri olmadığı için kimseye hesap vermek zorunda değiller. Yanlış karar aldıklarında yaptırımı olmadığı için uluslararası ilişkilerde çok ‘tehlikeli’ bir rejim.
Öyleyse, kopma ya da ilişkileri kesme yönünde değil, tam tersini yapmalısınız. Agresif biçimde ‘isteğinizi almak’, karşı tarafı kendi ‘tezinize getirmek’ için ‘çabalamanız’ gerekir. Bunun için de ilişkileriniz devam etmeli, her keresinde ilkelerinizin altını çizerek, karşı tarafla temasa geçmelisiniz. Yanlış karar vermemeleri için angaje olmanız lazım. ‘Değer’ odaklılık budur.
‘Reaktif dış’ siyaset de bu zaten. İlişkileri ilk kuran siz oluyorsunuz, karşı tarafın hareketlerine tepki olarak değil. Türkiye bunu uzunca süredir yapıyor: ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek hareketsiz kalmıyor.
Diğer taraftan, Arabistan’ın son dönemlerde çok enteresan kararlar aldığını görüyoruz. Petrol fiyatları dibe vurmasına rağmen, üretimi kısmayı aklından geçirmiyor; F. Gülen’i ülkesine kabul etmesi konusunda Obama’nın talebine ‘hayır’ demiyor; Sisi’ye destek olma kastıyla milyarlarca dolar harcayabiliyor; dünyanın çok farklı coğrafyalarında beklenmeyen tepkiler verebiliyor.
Bunlar bizi çok yakından ilgilendiren meseleler. Sadece bunlar bile Suudi Arabistan’la ilişki için yeterli. En azından ‘bozuk bir saat gibi, günde iki kez doğru vakti gösterebiliyorlar’. Doğruyu göstermelerine ne kadar çok yardım edersek, insanlık ve ümmet adına o kadar yararlı bir iş yapmış oluruz.
Dış politikada ‘küstüm, oynamıyorum’ deme dönemlerini gerilerde bıraktık. Birinci derecede maddi ve manevi menfaatlerimiz bulunan ülkelerle ne kadar çok iletişime geçer, ne kadar fazla ilişki kurarsak etki alanımızı o kadar fazla genişletmiş oluruz.
‘Açılma’ faaliyetlerine komşulardan ve etnik ve dini anlamda yakın ülkelerden başlamalıyız. Aslını sorarsanız, Azerbaycan veya Kırgızistan’la ne kadar yakınsak Suudi Arabistan’la da o kadar yakınız. Olmazsa olmazımız, her vesileyle söylediğimiz üç bölge: Ortadoğu ve İslam dünyası, Kafkaslar ve Balkanlar. Buralarda iyiysek, ABD, AB, Çin, Japonya ayağımıza gelir zaten.
Türkiye eski takıntılarından kurtulma döneminde.
Açılım yakınlarımızdan başlıyor.
‘Kral öldü, yaşasın yeni kral’.