Bizlerden rol yapmamızı isteyen, şefkatleri yapmacık, merhametleri hesabi insanların arasında yaşamak da bir çeşit yalnızlıktır. Ne garip ki, bu tür insanlar, kendilerinden menkul dostumuz olduklarını da söylerler. Gel de inan! Gel de üzülme!
Örnek olması; sabır, şefkat ve incelikle bizleri eğitmesi gerekenler, kafamıza korkuyu, belirsizliği, umutsuzluğu soktular. Bitimsiz, sevimsiz, pis bir yarışın içinde bulduk kendimizi. Ne kadar koşarsak koşalım bizden önde olanlar vardı. Bu keşmekeşin, bu hercümercin, bu dağdağanın içine düşünce de, “Hayatımda paradan daha öte bir şeyler kazanmak istiyorum” cümlesini kuramaz olduk.
Gözlerimizi dünyaya değil de sadece yüreklerimize çevirdiğimizde sevmemizin, merhametimizin, adaletimizin, sabrımızın ne kadar sığ olduğunu, hikmetin değil kendimizi göstermenin derdinde olduğumuzu göreceğiz. Dünyanın bir geçit olduğunu söylüyoruz söylemesine de geçitte yaşar gibi yaşamıyoruz. Gözle görülene değil, görülmeyene ulaşmanın içtenliğinden çok çok uzağız. Oysa görülmeyeni görmenin tadını alabilsek, inanıyorum ki, başımızı yere eğip, mahcup, mütevekkil ve ışığını içimizden alan, uykusunda melekleri gördüğünü düşündüğümüz bebeklerin gülümsemelerine benzeyen gülümsemelerimiz olacak.
Bu dünya, bu yaşamak, ölümle son bulacak açık bir denizden başka bir şey değildir. Uzun süre denizde yolculuk yapanlar bilir, onca sallantıdan sonra, ayağımızın altındaki katı toprağı hissettiğimizde farklı bir memnuniyet yaşar, sonra da bir çeşit neşe ve avarelik ile sallana sallana yürümeye başlarız. Bu dünya bedenimiz kadar gönlümüz için de açık denizdir, ancak, inşallah, ahirette ayaklarımız sağlam toprağa basacaktır.
Görmek; şehrin, ışığın, renklerin, gözlerimizin değil gönlümüzün işidir. Bir dağ yamacında, bir taş, bir kaya gördüğümüzde, bu gördüğümüzü bir daha göremeyeceğimizi düşünürüz çünkü o an geçicidir, ancak yüreğimizde bozulmaz bir anısı kalır o taşın, kayanın, yaprakları dökülmüş bir korunun. Bu anının, manzaranın yüreğimizde bozulmadan kalışının nedeni ise zamana hürmetimiz ve görmemizle alakalıdır. Gözlerimiz açık olduğu sürece bakar ancak uyanık olduğumuz zaman görürüz. Görmek; taşa, toprağa, çiçeğe, insana, gökyüzüne ibret nazarıyla bakmanın adıdır.
Anlamı nedir bütün bu kendimizi paralarcasına didinmenin, bitmek bilmeyen çekişmelerimizin, sonu olmayan kavgalarımızın? Şimdi yaşadığım şehri düşünüyorum da karanlık, kurşuni, sevimsiz bir kuşatmayı hatırlatan, nereye baksan taştan –bir hapishane sanki- bir şehirden, sonu gelmeyen bir gürültüden başka bir şey getiremiyorum gözümün önüne. Bütün bu çalışmamız, koşuşturmalarımız, kavgalarımız, kaybetmelerimiz neye yarıyor? Palan pandıras işyerlerimize koşmak, akşama ve hatta gecelere kadar ha babam çalışmak, sonra yeniden eve koşmak, yemek yemek, sinemaya, çay ocağına, alışverişe gitmek: dünyaya gelişimiz bunun için miydi? Hayatımızı bu yolda mı geçirecektik? Hayat da öyle çabuk geçiyor ki…
Kalbimizi nereye dönmüşsek sorularımız da buradan çıkıyor.
Adalete, merhamete, güzelliğe ve gerçek iyiliğe değer vererek, yorularak ancak yorgunluğumdan şikâyet etmeden yaşamak, bir insanı, şu veya bu olabileceği için değil, insan oluşundan dolayı sevmek istiyorum.
İbsen’in “Dostlar” diye başlayan bir cümlesi var. Bu cümleden, “dostlar” kelimesini kaldırıp, yerine “bazı insanları” koyduğumuzda, cümle harika bir tasvire kavuşuyor. “Bazı insanlar, size yaptırdıkları şeylerden çok yapmanızı önledikleri hareketlerden ötürü tehlikelidir.” Bu arada, dostluk kelimesine itirazımın nedeni de Müslüman oluşumdur. Bir Müslüman olarak dostluklarımızı, ahiret hesabı üzerine kurduğumuza inanıyorum. Dostluğun doğasında birbirimizin elinden tutmak, yüreklendirmek, esenlik olmak vardır.
Parlak cümleler kurmanın sırası değil!
Birbirimize komedi oynadığımızı, ancak, ne yazık ki, çok kötü oynadığımızı görüyorum.
Ölüm hepimizi mağlup edecek. Ölümün yanında her şey küçüktür.
İnsanın yüreğinde ne vardı da birbirimizi küçümsememize yol açıyordu.
Bir müzisyenden duyduğum cümleleri hatırlıyorum: “Her çalgıcı yalnız kendi çalgısını düşünür. Kendi küçük işine kulak verir yalnız. Ancak eserin güzelliğini bilir, kimse dinlemese bile, bu işe katılmaktan zevk alır.” Yaptığımız işi güzel yapalım, hayata bir renk kattığımıza inanıp, bundan da mutlu olalım.
Büyük üzüntüler gibi büyük sevinçlerde de daima evimi hatırlarım.
Çünkü evimde daha kolay cesaret bulur veya mutluluğu daha geniş ölçüde tadacağımı bilirim.
Dışarısının bütün ayartıcılığına rağmen önce evimize dikkat edecek, evlerimizi imar edeceğiz.
Evine sığmayan, dünyaya sığamaz!
Gerçekte birbirimizden, basit ve sade bir insanlık merhameti, iyilik dolu bir gülümseme istiyoruz.
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!