“Ya çok seversiniz, ya da hiç” demiş ya şair! Ben bu tez’in anti-teziyim…
Bu hafta ki yazımda, uzaktan da olsa tanıdığı bu şehri, hiç mi hiç sevmezken, tanıyınca âşık olan bir insanın hikâyesini anlatmak istedim.
“Gez Dünya’yı gör Konya’yı” denilir ama bu söz onun için hiç de anlamlı değildi ilk başlarda... Çünkü dünyanın nice güzel, yaşamaya değer yerleri vardı… Saklı cennet diye nitelendirilen ve hep gitmeyi arzuladığı koyları olan uçsuz bucaksız mavilikleri olan uzak ülkeler vardı hayallerinde... Ve sanıyordu ki keşfi dahi gerçekleşmemiş gizli saklı ne köşeleri vardı dünyanın… Konya öyle çok da sevilebilecek bir şehir değildi ayrıca... İnsanı cezbeden neyi vardı ki bu şehrin…
Sıradan, çorak dümdüz bir bozkır işte… Ayrıca sıkıcıydı...
“Deniz yok, dağ yok, yeşil yok kısaca hiçbir şey yok nasıl yaşanırdı ki burada” diye düşünürdü…
Bağnaz, kalıplaşmış fikirleri de vardı o şehrin ayrıca…
Büyüklerle yaşanılan evleri… Hemen hemen her güzelliğin kısıtlanmış olduğu hayatları... Dolayısıyla çocukluğunu tam olarak yaşayamamış anneleri ve çocukları vardı...
Antalya veya İzmir dönüşü yol yorgunluğunu atmak, bir nevi dinlenmek için birkaç saatliğine uğradığı bir şehirdi Konya… Ha birde gelmişken Mevlana Türbesini ziyaret etmek vardı; öyle ya, ‘’buraya kadar gelmişken uğramamazlık ayıp olurdu…’’ Çünkü çok çok uzaklardan, dini ve diliyle uzaktan yakından alakası olmayan insanların ziyaretçi akınına uğradığı bir yerdi Mevlana türbesi… Hazreti Pir’i gönül dünyasına yerleştirmiş ve de en güzel şekilde yaşayan insanları taklit modunda bir ziyaret sadece…
“Dünyanın ışıltısının ve cazibesinin atmosferine kapılmış hızla ilerleyen bir yaşam, sonuç itibariyle mutmain olmayan kalp, bunun da getirisi asi ve eyvallahı olmayan, oradan oraya uçuşup duran bir şahsiyet, cevapsız sorular ve derin düşünceler…”
Ta ki burada yaşamak mecburiyetinde kaldığı güne kadar…
‘Konya’mı? Allah muhafaza!’ dediği yerde cevaplandı hiç kimsenin cevaplayamadığı sorular... Bu kent izole etti benliğindeki huzursuzluğu, bu kent arındırdı derin düşüncelerden, bu kent uyandırdı derin uykudan onu…
Birçok Allah dostunun gelip geçtiği fakat ruhaniyetlerinin semalarda dolaştığını hissetmişti, onlarla hemhal olmanın güzelliğini farketmişti…
Mevlana’yı Mevlana yapan, kendinde olan cevheri ortaya çıkaran, onu hakikatte Mevlana yapan, uçuk, ‘dilim kılıçtan keskindir yapacak bir şey yok’ lafzını en iyi taşıyan aşk ehli, hikmet sahibi Allah’ın biricik ve en güzel dostlarından; Şems hz. Şehrin bunaltan havasından, sıkıcı kalabalığından uzaklaşıp Şems Hz. türbesine kendini attığında, derin nefes alıp kendine geliyor, zatın haliyle hallenip huzur-u kalp elde ettiği mekan olup, oraya her gittiğinde büyük tevafuklar yaşıyordu…
Şehrin göbeğini çevreleyen, içilen çayın her bir yudumuyla dostlukların daha da perçinleştiği, ziyarete gelen her misafirin mutlaka götürüldüğü olmazsa olmazlardan, yemyeşil alanıyla, rengarenk çiçeklerle donaltılmış adeta huzur abidesiydi onun için, Alaaddin tepesi…
Yine onu derinden etkileyen ve evinin duvarlarını yapmış olduğu yağlıboya tabloları ile hem görsel olarak, hem de yaymış oldukları manevi havanın etkisiyle insanın içini ısıtan, Hacı Veyiszade camii, Mevlana türbesi ve döndükçe cezbeden bir tarafları olan semazenler… Üçler mezarlığını ziyaretlerde aldığı lezzet dünyanın en güzel şehrinde, sahilinde yada yeşilliğinde alabileceği mutluluktan çok daha fazlaydı artık ve Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi ve diğer büyükleri her ziyarete gittiğinde fark ettiği, onların hala hayatta olduğu gerçeğinin verdiği derin coşkuydu…
Ve ‘ Meram Bağları’nda son bulan bütün yorgunluklar… Kim ne derse desin esnafıyla, yardımseveriyle, sıkıntıda olan herkese koşan, elinden ne geliyorsa yapan, darda kalan garibana kucak açan çok güzel nadide insanları vardı onun gözünde artık bu şehrin… Hem de çok fazla...
Yabancılık çekmek mi? O da ne? Hiç çektirmediler...
Seviyordu artık bu şehri… Farkında bile olmadan alışmıştı ve ne zaman birkaç saat dahi olsa şehir dışına çıksa özlüyordu...
Güzel samimi dostlukların olduğu ve hiçbir zaman vazgeçmeyi bile düşünmediği bir şehri vardı artık onun bu dünyada… İnsan ne arıyorsa O’dur.. Aradığın ne ise sen O’sun… Ömrü boyunca aradığı şeyin adıymış aslında Konya!
Onun kim olduğunu ve geri kalan binlerce nedenini önümüzdeki yazılarda da yazabilme ümidiyle…