Ne olacak, “İstanbul sabahı” diyerek olumsuzlukla baktı etrafına. Oysa bu bakmak değil, daha öncesinden kalan olumsuz düşüncenin dile gelmesiydi. Bir İstanbullu sevmişti ancak karşılık bulamadığını düşündüğünden kötü bellemişti.
Dolmuşlar her sabah olduğu gibi dolu dolu geçiyor ancak yine her sabah tekrarlanan, ağzına kadar dolmuş olan dolmuşa, boşmuşçasına el kaldırıp bineceğini bildiği halde dalgın dalgın bekliyordu.
Onu düşündü ve gülümsedi. Sanki gönlü terlemişti. Daha bir içten gülümsedi. İki kez görüşmüşlerdi, gözlerini ve gülüşünü hatırladı. Güzel dedi. Güzelce gülümsedi ve gönlünün terlemesi devam etti. Bir de süt gibi lekesiz ve duru bir sesi vardı. Daha ne olsundu?
Kendisiyle beraber durakta bekleyenler, bir yandan dolu dolmuşlara biniyorlar, kendisi bekleme süresi dolmamış gibi öylece dikiliyordu. Seviyordu ve dalgındı. O sarı arabayı gördü. Beş dakika daha bekleyebilirim diye düşündü ve sigarasını yaktı.
İki-üç adım geri çekilerek, tam karşısına düşen kalabalık durağı seyretmeye başladı. Kimsenin konuşmadığını ve yüzlerinin asık olduğunu gördü. Sevmiyorlar dedi, mahcup mahcup yeniden tebessüm etti.
Yarısında olan sigarasını söndürdü ve yaklaşmakta olan dolmuşa elini kaldırdı. Kapı aralığına tünedi. İki durak sonra, şoförün tam arkasına oturdu. Koltuğunun altındaki dergiyi okumaya başladı. Saatine baktı. Mesainin başlamasına epey bir zaman vardı. Dolmuş şoförü, yolun bozukluğunu, yolculara hissettirmek için olsa gerek zıplaya zıplaya gidiyordu. Sezen Aksu’nun “Sarı Odalar” şarkısı çalıyordu. Dergide ayrılık üzerine bir şiir okudu. Bulutumsu bir hüzün geçti yüreğinden.
Havanın güzel ve vaktin erken olmasına sebep, ani bir kararla, biraz yürüyeyim diyerek, her gün indiği duraktan iki durak önce indi. Üstünü silkeledi, sigara yakmayı düşündü, vazgeçti. Dergiyi ceketinin iç cebine yerleştirdi ve ağır ağır yürümeye başladı.
On adım atmıştı ki, kendisine seslenildiği duyar gibi oldu. Vücudunu döndürmeden başını çevirip baktı. Onu gördü. Tebessüm ediyordu. Bakıyor, bekliyor ancak konuşamıyordu. Olsundu. Bu şekilde dakikalarca durabilirdi.
Çiçekler yürümezdi ama İstanbul’un çiçeği yürüyordu. Yanına kadar geldi. Gözlerine değil gönlüne bakıyordu. Mutluluktu. O süt gibi duru sesiyle, masalların içinden, yumuşacık seslendi: “Koluna girebilir miyim?”