Bundan beş yıl önce, yaz ayları. Köyümüze annemin mezarını ziyarete gitmiştim. Dizlerimi toprağa vurup duamı ettim, başımı dizine koyup ağladım, anacığımla sohbet ettim. Kalkıp hemen yakında bulunan çeşmede elimi yüzümü yıkayıp, su içip serinledim. Mezarlık dualı bir sükûnla sarmalanmıştı. Başımı kaldırdığımda, aşağıdan, yaşlıca bir kadının dinlene dinlene, benim olduğum tarafa doğru geldiğini gördüm. Hava çok sıcak, yol gölgesizdi. Yaşlıca kadına doğru yürüdüm, selam verdim. Çiçekli, eskice basma entarisi toz, yüzü ter içindeydi. Bastonuna dayanıp soluklandı, yüzüme gelişigüzel bakıp gülümsedi. O an orada kim olsa gülümserdi.
“Yaşlanmışım evlat” dedi, kendisiyle dalga geçtiği belliydi. Yaşım seksen üç dedi, sahi insan ne zamana yaşlanır, diye sordu. Cevap beklemediği de belliydi. Tanımıştım Neriman Teyze’yi. Sesi, çocukluğumun içinden çıkıp gelivermişti, anacığımla dertleştikleri sohbetlerin içinden süzülerek.
Teklifsizce koluma girdi. Önce beraberce çeşmenin başına gittik, Neriman Teyze elini yüzünü yıkadı, elimden güç alarak çeşmenin başındaki büyükçe taşa oturdu, dinlendi. Bir yandan da konuşuyordu: Oğullarım, kızlarım, torunlarım var, buraya kadar da getirirler, görende muhtaç sanır, yok yok, yaşlandım, bunamaya başladım, dedi. Kendiyle dalga geçebilen sevimli yaşlılardandı.
İyice dinlendikten sonra sanki ilk kez yanında görüyormuşçasına yüzüme dikkatlice baktı. Cesaret veren ve biraz da muzipçeydi bakışları. Dizleri ve beli ağrıyordu, her halinden belliydi. Doktor yürümemesini söylemişti. Peh, doktorlar çok biliyordu!
Kimsin, kimlerdensin diye sordu. Beni hatırlayamamıştı. El gibi cevap verdim sorusuna. Annemin mezarını ziyarete geldim, Sakarya Caddesinde oturuyorum, aslen Trabzonluyuz, ancak elli yıldır Sakarya’da oturuyoruz dedim. Annen kimdir demedi, ben de şuyum demedim, içimden gelmedi nedense. Bu arada küçücük bir gölgelik olan çeşmenin önündeki sulağının öbür ucuna oturmuş, sigara yakmıştım. Eskiden ben de iyi tüttürürdüm, şimdi yaşlandım ya içemiyorum artık dedi, bildiğin dalgacı bir nineydi.
Biliyordum, Boşnak kökenliydi. Sakarya Caddesi’nin sol tarafına düşen Başlar Mahallesi’nde oturuyordu. Kızının biriyle ortaokulda aynı sınıfta okumuş, oğullarının biriyle de aynı takımda futbol oynamıştık. Eşi, Salih amca, yirmi yıl önce vefat etmişti.
Kalktık. Koluma girdi. Mezarlığın engebeli toprağında zorlansa da İki yüz metre kadar ötede ki kardeşinin mezarına gittik. Mezar taşı yenilenmiş olmalıydı, Ömer Amca’nın mezar taşında 16 Ağustos 1957 yazıyordu. Yavaş yavaş soluklanarak yürümemize rağmen yine de soluk soluğa çöktü mezarın kenarına. Ben de çömelmiş duamı ediyordum. Yalnız bir ilginçlik vardı bu mezarda. Mezar taşına kırmızı bir tülbent bağlanmıştı.
Daha önce de Gaziantep’te görmüştüm; çocuk mezarlarına zıbın, gelinlik kız mezarına gelinlik, namaz takkesi, hırka, ölenin yaşına uygun kullandığı bir eşya, kimlik bilgisi gibi eşyaların bırakıldığını. Ancak Sakarya’da böyle bir adet, gelenek yoktu. İşin daha da garibi, Ömer Amca erkek adamdı. Kırmızı tülbent neyin nesiydi?
Dönüşte anacığımın mezarına da uğradık. Annem’le ilgili birkaç soru sordu, hatırladı onu. Bana yeniden sarıldı, niye demedin oğulcağzım, dedi. Başka da bir şey demedi. Oturdu okudu, ben seyrettim. Kadınlar yani anneler ne biçim bir insanlardı. Anladıkça anlamaz oluyor, anladıkça hürmet ediyor, anladıkça imreniyordum. Ayakta durmuş Neriman Teyze’ye bakıyor, bakarken bakarken Neriman Teyze annem oluyor, anneler ve dualar birbirine karışıyordu.
Dolmuşa bineceğimiz Kaynarca yolu uzak değildi. Sohbet ederek ve dinlenerek yürüyorduk. Gölgeliği olan durakta oturduk. Kırmızı tülbent aklıma takılmıştı. Sordum. Önce boş ver dedi. Tekrar ve biraz da şımararak yeniden sordum. Anlattı: Ömer Amca, Neriman Teyze’nin beş yaş küçük erkek kardeşiydi. 20 yaşında ince hastalıktan ölmüştü. Abla kardeş, birbirlerine bağlı ve birbirlerini çok seviyorlardı. Komiktik, dedi. İnsan sevdiklerine doymuyor dedi. Ömer Amca çok yakışıklıydı, uzaktan akrabaları olan bir kızı seviyordu. Çok şımarıktı, yani ablası onu çok şımartıyordu. Ben deliydim, o benden de deliydi, dedi Neriman Teyze.
O, Ömer Amca’yı gülerek anlatırken ben de anacığımı düşünüyordum. Boşluğu derindi ve dolmayacaktı ve ancak ben de anacığımı hep bir tebessümle anıyor ve anlatıyordum. Bazı ölülerimiz, ölüyken bile güzeldi.
Anlattı:
“Ömer, iyice kötüleşmişti, evde yatıyordu ve yanına ziyaretçi de almıyorlardı. Bakımını ben yapıyor, yanına en çok ben giriyordum. Bir gün o uzak akrabalar ziyarete geldiler. Ömer’in sevdiği kız da gelmişti ve çok üzgündü. Bir ara kızı mutfağa çağırdım, sarıldım, ‘senin içinde zor ancak istersen beş dakika görsün seni’ dedim. Yeniden sarmaş dolaş olduk, ağladık, yüzümüzü yıkayıp Ömer’in yanına girdik.
Ulan Ömer! Ölürken bile güzel ve muzipti. Oo kızlar! Bugün çok güzelsiniz, dedi biz odaya girer girmez. Sonra onları beş dakika kadar yalnız bıraktım. Son sözlerini dediler birbirlerine. Kimse fark etmedi. Sonra kız ailesiyle buruk bir halde çıkıp gitti. Ölümünden iki gün önceydi. Sabah erken uyanmış ve yanına gitmiştim. Uyanıktı, acısı çoktu. Gülümsemeye çalışıyordu. Elimi tuttu, öptü, öptü, öptü. Sessizce ağlıyordu. Ondan yana bakmıyor ben de ağlıyordum. Bir süre sonra sakinleştik. Hatta şöyle dedi: Ne sulu gözlüyüz kız!
Sonra benden söz istedi. Göz gözeydik. Senden, benim için bir şey yapmanı istiyorum, dedi. Ne olduğuna dair aklımda hiçbir şey yoktu. Ömer ne istese yapardım. Yaparım dedim. Yastığının altından kırmızı bir tülbent çıkardı. Öptü, kokladı. Bu tülbendi mezar taşıma bağlar mısın ablam, dedi. Öleceğine kendimi alıştırmıştım, öyle sanıyordum, öyle olmuyormuş, deli deli konuşma, dedim. Ablam söz verdin, dedi. Daha da konuşamadık. Bana sırtını döndü ve uyur gibi yaptı.
İki gün sonra, yine sabah odasına girdiğimde Ömer bizleri terk etmişti. Camı açtım, gözlerimden boncuk boncuk yaşlar dökülüyor, “Ulan Ömer” diyordum, “Beni terk ettin öyle mi?
Kırmızı tülbendi göğsüne bastırmış şekilde ölmüştü. Tülbendi aldım, yıkadım, sakladım. Sonra da Ömer’imin vasiyetini yerine getirdim. Yıprandıkça, uçup gittikçe, eskidikçe değiştirdim ve bu güne kadar sözümü tuttum. Yakındır ben de Ömer’imin yanına gideceğim.
Neriman Teyze, Ömer Amca’nın hikâyesini anlatırken her ikimizde doyasıya ağladık. Sıcağı hissetmez olmuştuk. Uzandı, bir anne, bir abla şefkatiyle saçlarımı okşadı. Önümüzden geçen onlarca dolmuşa el etmemiştik. Geçen bir taksiye el ettim. Neriman Teyze’mi evinin kapısına bıraktım, elini öptüm, duasını aldım, çocuklarına selam bıraktım.
Aradan geçen zaman içinde zaman zaman annemin mezarını ziyarete gittiğimde Ömer Amca’ya da uğruyor, dua ediyor, kırmızı tülbende dalıp dalıp gidiyor ve Neriman Teyze’yi anıyordum.
Bir daha yüz yüze görüşmek nasip olmadı. Bundan üç ay önce annemin mezarını ziyarete gittiğimde içimden bir ses Ömer Amca’ya kesinlikle gitmemi söylüyordu. Gittim. Kırmızı tülbent yoktu. Hiç tanımadığım bir insan için bu kadar ağlayabileceğimi bilmiyordum. Ağladım, ağladım, ağladım… Sakinleştim. Ne sulu gözlüyüz be Ömer Amca dedim. Sonra şehir merkezine dönüp yeni bir kırmızı tülbent alıp yeniden mezarlığa doğru yollandım.