Dağlım, dağ çiçeğim…
Yarım kalan mektubuma devam ediyorum. Eski yeni, sıralı sırasız yazacaklarım var.
Tek bir gerçek var, aramak. Ben buna daha sıklıkla yürümek diyorum. Yolda olmak ve yürümek! Yıllar yılı kendimi kandırdığımı, aradan onlarca bahar, onlarca kış geçtikten sonra öğrenmenin hayretini yaşıyorum. Şöyle düşünüyordum: Bir şey olacak, -tabii bu bir şeyin ne olacağına dair de zihnimde hiçbir şey yoktu- , bu olan –yaşadığım veya şahit olduğum- şeyden sonrada öyle bir aydınlanacaktım ki sonrası hep ışıklı olacaktı. Meğerse zaman zaman aydınlıkta yürüdüğüm gibi, zaman zaman da karanlıkta yürüdüğümü, daimi bir karanlığın ve aydınlığın olmadığını anlamam uzunca bir zamanımı aldı. Oysaki güneşin doğuşunu seyrediyor, deniz kenarında oturup dalıp gidiyor, çiçeğe duran kiraz ağacının söylediğine kulak verdiğimi zannediyordum. Zannediyormuşum. Ne uzun bir yanılgı! Hissetmek için gözlerimi kapamam gerektiğini de yine bu yanılgının içinde öğrendim. Annem öbür âlemde, sen uzaksın, ancak içimde, -hele de gözlerimi kapatınca- konuşup gülümsüyorsunuz. İlginç olan, gözlerimi açtığımda kayboluyorsunuz.
Yıllar önce okumuş olduğum, -Vadim O Kadar Yeşildi Ki- romanından, beni çok etkileyen bir sahneyi hatırlıyorum. Roman bir dağ köyünde geçiyordu. Roman kahramanı bir gün ablası ile yengesini, alışveriş yapmaları için kasabaya getirir. Bir şekilde akşama kalırlar ve – yüz yıl öncesinin küçük bir kasabasını göz önüne getirmeni hassaten rica ediyorum- kasabanın çarşısı sayılan tek caddede ki on beş-yirmi dükkânın vitrinlerinde ışıklar yakılır. Abla ve yenge, ışığa boğulmuş vitrinleri ilk kez görüyorlardır ve yazar şöyle der: Ablamla yengem kör olmuşlardı! Işığa boğulmuş on beş –yirmi vitrinin ışıklarına şaşasına kapılıp, kör olan iki insan. İyi hatırlıyorum. Bu cümleyi okumuş ve öylece kalakalmıştım. O gün “kör” olan o iki insana göre şimdi bizler nasıl bir körlüğün içindeyiz; bunca renk, ışık, karmaşa ve sesin içinde… Kesinlikle körüz, kesinlikle! Uçaktan inip arabaya biniyor, gezilecek yerlerin çetelesini tutuyor, ışığa boğulmuş lokantalarda, sos olarak karanlık kullanılmış kafelerde oturuyor, yirmi dört saatin yirmi saatini sosyal medyada geçiriyor, ruhumuzdan uzaklaşıyor, afili cümlelerle zekâmızı, saçmalayarak neşemizi gösterdiğimizi düşünüyor, büyük bir saklambacın içinde ara sıra ebe değiştirerek, canımıza minnet yaşayıp gidiyoruz.
Çağdaş toplum, bir anda para ve ün elde edip öne geçmeye, ışık hızında ve kolayca öğrenerek kazanmaya çağırıyor bizi.
İnsan arayıştır; insan aynı sesi çıkardığı insanı değil, ayrı sesler çıkarmasına rağmen ahenk oluşturduğu insanı arıyor, ona sarılıyor, ona şımarıyor, ona yaslanıyor. İnsan arayıştır; sabah vakti kapımızı çalan, hizmet etmekten zevk duyacağımız, bir ayetin tefsirini yaptığımız gibi, bu günlerde "bahçada yeşil çınar" türküsüne takılıp kaldım diyebileceğimiz insanı arıyoruz, insan arayıştır; her şeyi yaşıyoruz da hissetmeyi pas geçiyoruz. Her şeyi yaşıyoruz da sarıldığımızda "dünyada ki bütün güzelliklere" sarıldığımız insanları aramaktan vazgeçemiyoruz. Evimizin ve gönlümüzün anahtarı kaç kişide var? Hani, tatile giderken komşulara, akrabaya, evdeki çiçekler sulansın, odalar havalandırılsın diye bıraktığımız ev anahtarlarına nispetle gönlümüzün havalandırılması için, gönlümüzdeki çiçeklerin sulanması için anahtar bırakamıyoruz. Kiminin kimseye güveni yok, kiminin anahtarı kayıp, kiminin kilidi bozuk... Kullanılmamaktan, havalandırılmamaktan dolayı tozlanıp, örümcek bağlamış odalara dönüyor kalbimiz.
Kime uyursa ona uyanıyor insan. Hepimizin bir saklısı, hepimizin bir yarası var, değişik. Merhemimiz sevgi, sargı bezimiz merhamet olursa iyileşeceğiz. Hüzünlerimiz köklü, umudumuz köksüz. Oysa... Dönüp dolaşıp sabırlı ve anlayışlı olduğunu anlatıyordu adam. Sabırlı bilinmek, anlayışlı görülmek istiyordu. Biraz da öyleydi aslında. Arabası son modeldi. Yanından geçen eski bir araç hafifçe aynasına çarpmıştı. Bunun nedeni de arkadan ambülansın gelmesiydi Son model arabasını hırs ve öfke içinde, aynasına çarpan aracın yanına çekip sövmeye başlamıştı. Sabır ve anlayış simleri bir anda dökülmüştü. Ne kadar da bize benziyordu. Yıllardır kendime ağaç olmalısın derim. Ağaç ki gelip meyve yiyene, dalında salıncak kurana ve hatta dalını kırana hesap sormaz, serzenişte bulunmaz. Ancak bizler sabit değiliz, tercih yapma durumundayız ve insanız. İnsan yürüyen ve hata yapandır. Bizlere hata yapma ve tövbe etme imkânı tanıyan Rabbe hamd olsun.
Ne çok şey var... Sanki bir an, bağırarak, adını ağzımdan kaçırırım korkusu diğer yandan bir saklambaç oyunun da aynı ağacın arkasına saklanmış olmanın hoşluğu ve sözsüz fakat manidarlığı…
Ne çok şey var Keten kuşu.
Ne çok ve bir tek!
Seni kimse güzel kılmaz, sen kendi güzelliğine inanmıyorsan. Gönlün ve tebessümün zenginliğin olsun.
İnsan insana tebessüm, dua ve esenlik olmalı. Anam bazen şöyle dua ederdi: Allah karşına çıkarsın!
Güzel günlerin çabucak tükendiğini… Yeşil ve maviyi, bir arada sevdiğini… İnsansız bir hava sahası bulup, tertemiz havayı içine çekip ferahlamak istediğini biliyorum. Bunu ben de sen kadar istiyorum Dağlım. Gelmeyen trenlere, gönderilmeyen mektuplara karşılık duaların ulaşacağına inanıyoruz değil miyiz? Ötesi nasiptir, ötesi gönlümüzün muskası.
Geleceğim, sana geleceğim. Kitaplar benden, çaylar senden, gökyüzü ve hasret Rabbimizden.
Duamdır: “Sevgilimi sana teslim ediyorum. Onu huzura kavuştur. Korkularından uzaklaştır.”
Geçmişte kalmış olsa da, beni öyle güzel uğurluyordun ki ayrılmak zor geliyordu. Kavuşmalar gibi ayrılıklar da sevdaya dâhildi. Yanında susar kalır, ayrılır ayrılmaz özlemeye başlar, kendi kendime konuşur dururdum.
Bazen kelimelerde sessizliğime müdahale ediyor, kelimeler de yoruyor beni. Usulcacık çalan bir müziğin tınısında uyuya kalmak istiyorum, bir de uzaklardan geçen bir trenin sesini.
Zamanın ve olayların albenisine kapılmazsam yarın yine yazacağım Dağlım. Şimdilik, büyük usta Yaşar Kemal’in cümleleriyle veda ediyorum: ““Hızmatın kabul, yüzün ak olsun.”
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!