İçi titredi okunan ikindi ezanıyla. Müezzinin sesi miydi böyle içli ve ince dokunan, yoksa beş on dakika duvara yaslanıp dalınca gördüğü rüya mıydı hislendirip ağlatan? İlk müezzin Bilal mı geldi aklına, fetihten sonra yıkılan putların ezilişi mi? Belde emin, belde mübarek, belde kutsal, belde Kâbe… Secdeye kapandı; şükür için, ikrar için, teslimiyet için, dua için.
Gözlerini açınca birinin, inanmış birinin, Kâbe’yi görmesi nimet değil de nedir? Secdenin birinden kalkınca diğerine giderken tekrar onu göreceğini bilmek lezzetlerin hangisiyle kıyas edilir? Tavaf edenleri izledi bir müddet daha, yıldızlar misali güneşi merkeze alıp dönenleri…
Sadece bir yürüyüş müdür bu, adım adım tavafı tamamlamak mıdır sadece? Öyle olmasa gerek. Kalbin etrafında Âdem’i ve Havva’yı hatırlayıp, Hacer’in oğlu için telaşını anlayıp, Nuh’un oğluna çare olmadığını bilip, Nebi’nin kıyamını idrak etmek yok mudur tavafın içinde?
Af diledi günahından, hatasından, zulmünden, gidecek başka kapı mı vardı zaten… Bir elin dokunuşuyla doğruldu secdeden. Nemli gözlerle baktı elin sahibine. Ne kadar mütebessim, ne kadar sakin ve sade bir gülüş bu! Bembeyaz sakalı, beyaz sarığı ve yılların yüzünde bıraktığı derin çizgiler.
Tüm inananların yüzyıllar boyu ziyaret ettiği, ibadet etmek için geldiği emin belde ve arzın kalbi Kâbe’de tarihsel bir yolculuğun kendince bir yolcusu olarak genç adam, karşısında gördüğü bu yüzden nasıl ve neden bu kadar etkilendi? Takdir bu olsa gerek, tahmin etmediğin öngöremediğin biri hayatının bir anında gözlerinin içine bakıp seni senden daha iyi tahlil edebiliyor demek ki?
Adam, gencin yüzüne bakıp elini çekmeden omzundan, dua etti. Neyi görüp ne hissetmişti de duaya yönelmişti adam. Gerçi dua için sebep mi aranır, duası kadar olan insan için? Genç adam hiç ses çıkmadan kurulan bu iletişimin oluşturduğu şaşkınlık içinde, göğsüne dolan coşkunun ve ılık bir esintinin akışına bıraktı kendini. Daha önce hiç karşılaşmamış, ülkeleri, renkleri ve dili farklı iki insan arasında mümin olmaktan gelen bir dil kurmuştu bağı; dua…
İhtiyar, hiç eksiltmeden yüzündeki tebessümü, ilk olarak annesini sordu adamın. Adam annem dedi, annemle birlikte geldik. İhtiyar “elini öp, annen devlettir” dedi. Baban için dua et, sabır ve af dile. Genç adam irkildi. Babasının vefat ettiğini söylememişti ki ama sustu dinlemeye devam etti. “Ömür” dedi ihtiyar, “ömür gelip geçer; malın gitti, evlat gitti geriye ne kaldı dünyadan. Dünya malı dünyada, yapıp ettiğin de sana kalır, hakkın ne ise razı gel, hakkını hakkıyla bilir ecel.”
Genç adam, gözlerine bakıp ihtiyarın daha ne diyecek diye bekledikçe, gözleri içine bakıp ihtiyar kısık ve yumuşak bir sesle söyledi içlice. Nebi’den söyledi, iki beyit söyledi. Gencin gözlerine bakıp rıza göster olana dedi ve razı ol imtihanına. Genç adam bakmaktan bıkılmayacak o yapıya çevirdi gözlerini. Kâbe de söyler mi bir şeyler? Söylemez mi. duymak için, dinlemek için niyetin olsun yeter.
Genç adam merak etti bu ihtiyarı, kimdi, nereliydi? Daha sormadan söyledi ihtiyar; yıllar oldu, evim burasıdır, iki evladım var, aramadılar sormadılar. Şükür zemzem var, rızık Allah’tan. Birçok soru, hem ne çok… Sormak gerek dedi genç adam içinden. Namaz vakti…
Genç adam ve ihtiyar yan yana safa durdular. Son rekât ve selam… Genç adam sola selam verdi, sağına döndü tekrar. İhtiyarın elinden öpüp bir dua isteyeyim diye düşündü. İhtiyar yoktu…