Teklifsiz ve hesapsız ikram edebilmenin sevincini ve ferahlığını özler mi olduk? Bu sual zihnime takılıp kaldığında, Torosların bir yaylasında bir kıl çadırın önündeydim. Şehirler arası yoldan sapmış, bir dağ yoluna düşmüştük, o da yetmedi bir patikayı takip ederek, yüksek çamlarla çevrili geniş bir yaylada bulmuştuk kendimizi.
Temmuz ayıydı, yani sıcaktı, yaz mevsiminin en hararetli günlerinden biri lakin bulunduğumuz yer hafif bir esintiyle doluyor, tatlı bir serinlik geziyordu. İnanın kendini ait olmaktan mutlu olacağı yerlerden biri…
Yaylanın yazlık konukları daha doğrusu ev sahipleri çoktan gelip konmuşlar. Yürüme mesafesinde aralıklarla çadırlar kurulmuş, etraflarında oynayan çocuklar, peşlerinde koşturan oğlaklar, kediler, kuş sesleri, dalların çıkardığı uğultu… Sesler de dahil sahnede olması gereken, gerektiği şekilde karşılıyor sizi.
Araçtan inip adımlamaya başlıyoruz. Obanın ilk çadırı oldukça büyük bir kıl çadır; yanı başında büyük bir meşe ağacı, dalına kurulmuş bir salıncak, çadırın önünde tabure yerine kütükler. Yaşlıca bir kadın kuşları yemlemekte. Tedirgin ve ürkek olduğumuz gerçek diğer yandan Anadolu’nun bağrında saf ve ilk haliyle mayalanmış bir sıcaklığın olduğuna inanıyoruz. Kadına selam veriyoruz başıyla alıp selamı sesleniyor içeriye “heriif!”
Kıl çadırdan babayiğit dev cüsseli bir adam çıkıyor, kuşağının arasına sıkıştırdığı köstekli saati düzeltiyor, tespihini çıkarıp bize yöneliyor. Yünden yeleği omzunda, sırma işlemeli sarık başında. Pehlivan mısın be güzel abim? Selam verip kendimizi tanıtalım istiyoruz. Adam selamı alıyor, biz daha ikinci cümlemize başlamadan elini kaldırıp susun işareti yapıyor. Kararlı ve emin bu hareket karşısında yapacak fazla bir şey yok, dönecek olsak zamanı geçti.
Adam önce çadırın önündeki kütüklere buyur ediyor, sonra kendisi oturuyor. Tekrar lafa girecek oluyoruz, yine konuşturmuyor. Çadıra doğru dönüp sesleniyor; “Avrat, ayran hazırla misafirlere, susamışlardır su getir hele, çay da koy üstüne.” Sadece selam vermiştik. Oysa o, misafiri olarak çoktan kabul etmişti bizi. Gereken talimatı verdi sonra dönüp bize “şimdi, hele hoş geldiniz, söyleyin bakalım” dedi. Hesapsız, çıkarsız ve pazarlıksız bir gönlün vücut bulmuş hali. Böyle kalmadı nitekim. Kendimizi tanıttık, hâl hatır ettik, başımla beraber, şeref verdiniz dedi. İlk kez tanışıp merhaba ettiğiniz bir adamın ziyareti ile şereflenmek…
Sabahtan yola çıktığımızı, şehirden buraya kadar uzunca yol geldiğimizi öğrenince yine kesti sözümüzü, çadıra doğru döndü ve seslendi; “Avrat, uzun yoldan gelmişler, çayın yanına bir şeyler koy hele.” Mahcubiyet var, şaşkınlık var diğer yandan sebepsiz bir gurur ve sevinç var.
Kadın usul usul getirdi her şeyi, büyükçe bir sini ne varsa hazırda; peynirdi, zeytindi, tandır ekmeği bir de yumurta kırmış tereyağında… Ablamıza zahmet verdik diyecek oluyoruz, adamdan önce kadın atılıyor “ne zahmeti hay yavrum, bal şeker olsun.” Susuyor ve boyun eğiyoruz. Kadının tüm bu işleri gönül sıcaklığıyla, yüksünmeden yaptığı muhakkak. Sanmayın kadın çadırda kaldı hiç çıkmadı, tam tersine oturdu soframıza. O sert ve şahin bakışlı adamla nasıl da latife edip takıldılar birbirlerine.
Fazlaca mı dramatize etim ya da melankolik mi davrandım? Yok, aynıyla vaki oldu. Sual şu; heyula bir sahneyi yaşamış gibi bu kadar niye şaştınız? Anlattığımız; bizden, bu topraklardan, bu gönül coğrafyasından gayet normal ve doğal bir sahneydi Azizim. Bu mayayı korusak çok şey başarmış oluruz.