Kaybolup gitmek arada bir

Hakan Bahçeci

Mekânı sorgulamak lüzum ettiğinde mekânın ruhuna uzaktan bakmak icap edebilir. Mekân senden firak etme arzusundaysa o mekânı terk etmede kararlı olmak yeğdir. Sanma mekândan bizar ve şikâyet üzereyiz. Nitekim mekân insanla canlanır da hayat bulur, zaman mekânı kuşatır da yine insanla fehim olur.

Mevzu odur ki an gelir o mekâna ait hissetmezsin kendini, miadı dolmuş eski bir eşya gibi, köşede unutulmuş bir defter gibi, suyu verilmemiş bir kadife çiçeği gibi oradasındır da fark edilmiyorsundur. Hani bir eskici gelse üç kuruşa satmaya niyetlidir mekânın sahipleri, seni çıkarıp atmak isterler hurdaya çıkmış gibi. Varlığını sorgular, yüz çevirip surat asarlar. Şimdi böyledir diye kalkıp mekâna nasıl kahredersin, öfkeni yutar ses etmezsin, artık ne mekân sana ne sen mekâna sahip değilsin ve nihayet kaybolup gitmek istersin. Vaktaki kapı önüne koymayı da geçirirse birileri seni, onur gurur ayağa kalkar da dönüşü zor bir savaş çıkar ortalığa.

Eskiler kimi vakitler kaybolurmuş sessizce, usulca ve usulünce. “Kaybolmanın da bir usulü var mıdır” deme, gitmek elzemse adam gibi gidilmeli değil mi sence de? “Susan kurtulmuştur” düsturunu bilenlerden isen, susmanın bir yolu da çekip gitmektir belki de. Kimseye bildirmeden ve nedensizce ve hatta vakitsizce, yüreğini, derdini ve sözlerini alıp yola düşmek, işte burası dediğin ilk yerde eğleşmek…  

Velhasıl arada bir kaybolmak terk ediş değildir, vazgeçmek savaştan, kavgadan kaçış değildir. Dedik ya mekânı sorgulamak lüzum ettiğinde mekândan uzağa gitmek gerekir. Seni oraya bağlayan şeylerin yekunu seni itmam ve ikmal etmiş midir? Seni oradan uzağa atan sebepler ve kimseler senin gidişinden ne kadar müteessir ya da müteşekkirdir?

Farkındayım, “söz” mekanımızı terk etmek üzere, dönelim meseleye. Arada bir kaybolup gitmekte beis yok, derin bir soluk almak gibi hayat denen o uzun maratonun orta yerinde. Dışına çıkmak hengamenin, keşmekeşliği görmek, biraz özlemek özlenmek, sığaya çekmek sitemleri, şikayetleri…

Adam gibi kaybolur bazıları, kırıp dökmeden, öfkesini yutarak, yumruğunu sıkarak ama asla parmak sallamadan, tehditler savurup kahır yapmadan. Gidilebilir mi böyle? Sen gidersin de senin gidişine lakayt kalanlar gidişini nasıl anlar? Ve hatta kaybolduğunu, çekip gittiğini, mekânı terk ettiğini ne zaman anlarlar?

Bir “garip” kaybolduğunda çekip gittiğinde misal, kim sual eder onu, kim onun yokluğundan sıkıntı ve ıstırap duyar, kim yola düşüp arar? Kaybolduğumuzda arayanımız varsa, soran varsa sükutumuzda, çekip gidişimizle mekân öksüz kalıyorsa, şiirler yarım, şarkılar aciz kalıyorsa manası vardır arada kaybolmanın.

Şu ki Paşam, derin bir anlamı olmalı yola düşmenin. Beyhude kaçışlar gibi değil, avare adımlarla değil, menzilin ve vuslatın heyulası olmalı. Bir uyanış, silkiniş ve iştiyak bırakmalı yolda. Mesela kendi yüreğine, kalbine gidebilirsin, hani o çocukken ağlamak için saklandığın yere kaçabilirsin yeninden. Bir dost meclisinde gönül sofrasına misafir olabilirsin. İnzivaya çekilirsin misal, bu dünyaya ait ne varsa, geçici hevesleri, sahtelikleri, ucuz ve basit kişilikleri ne varsa kapının önüne bırakıp girersin çilehaneye.

Bir avcı olursun misal, geceleri uykuna giren o ceylanın peşinden gidersin. Sen avcısın o av öyle mi? Yok aziz dostum, ceylandır gözleriyle bizi kendine hapseden, belki o hapse kaçıp gitmendir beklenen. Git, sen yine de git de merhametli bir avcı olarak dön yine gönlüne.

Kaybolup gitmek gerek arada bir, gün batarken uzaklarda olmak, yüce ağaçlarla dolu bir ormanda yolu şaşırmak, çok az kişinin uğradığı o kulübede çay demlemek, tuzlu sularda uçsuz bucaksız mavilerde serinlemek… Kaçıp gitmek gerek bazen sessizce.