Kaybettiklerimizi Nasıl Kazanırız?

Mehmet Toker
Öncelikle, şu soruyu kendimize sormamız gerekiyor, 2019 yılını yaşayan Müslümanlar olarak biz zamanın neresindeyiz? Veya ikinci bir soru, "Türkiyeli Müslümanlar olarak neleri kaybettiğimizin farkında mıyız?
 
Müslümanlar, İslam'ın 1400 yıllık gelişim tarihi içerisinde, belki de günümüzde olduğu kadar, hiçbir zaman tarih dışına itilmemişti. Son yüz yıldaki tarih dışına itilmesi, tarihin öznesi değil, nesnesi durumuna gelmesi, Müslümanlar açısından zûl olarak değerlendirilmesi gereken bir durum. İslam'ın Mekke'de ortaya çıkması, onüç yıl sonra Mekke'den Medine'ye hicret ile başlayan tarihi süreçte, Müslümanlar yeryüzünde her zaman için özne durumunda, yani fail durumunda olmuştur.  Tarihin akışını, tarihin gidişatını değiştiren, dünya tarihini sadece siyasal veya askeri yönden değil, insani yönlerden de etkileyen Müslümanlar, kendi içerisindeki yaşamış oldukları çelişkili durumlarda bile tarihe not düşmüşlerdir.  Müslümanları yok sayarak bir dünya tarihi yazmak mümkün değildir.  Bunu sadece siyasi tarih açısından veya askeri tarih açısından düşünmekte eksiklik olur.  Özellikle İslam'ın Arabistan yarımadasının dışına taşmış olduğu dönemden başlayarak, kültür, edebiyat, medeniyet, bilim, mimari gibi bütün alanlarda Müslümanlar belirleyici rol oynamışlardır. Sayılarının az olmuş olduğu dönemlerde, hatta Moğollar yada İspanyollar karşısında askeri alanlarda kaybetmiş oldukları dönemlerde bile özgül ağırlıklarının yüksek olmasından kaynaklanan bir belirleyicilik rolü vardı. Müslümanların kendi içerisindeki iç çatışmalardan dolayı zayıf oldukları dönemlerde bile yani siyasal ve askeri tarih açısından geri kalmış oldukları dönemlerde bile ilim, kültür, mimari, sanat açısından devasa eserler vermişlerdir.
 
Günümüzde insanlığın başlangıcından itibaren günümüze dek uzayan bir insanlık tarihi kaleme alındığında elbetteki son 1400 yıllık zaman diliminin çok daha farklı bir insani süreci kapsadığını, insanlığa evrensel değerler konusunda çok daha farklı bir ivme kazandırdığı net olarak görülecektir. Bunu bir müslüman olarak öznel bir değerlendirme olarak görmek doğru bir yargı olmaz. Subjektifliğin ötesinde, özellikle hakkâniyetli gayri müslim yazarların eserlerine de baktığımız zaman bu gerçeğin su götürmez bir nesnel durum, tarafsız objektif bir değerlendirme olduğunu da göreceğiz. Ama son yüz yıldır, özellikle Osmanlı'nın yıkılmasından sonra Müslümanlar bir anda öznel konumlarını kaybedip, tarihin bir konusu, nesnesi haline geldiler. Tabii bu durum bütün yönleriyle değerlendirildiğinde üzerine ciltlerle kitap yazılabilecek ve yazılması gereken bir husus. Ancak, zihinlerimizin tazelenmesi açısından, belkide üzerimizdeki gaflet uykusunun, ölü toprağının dağılması açısından, gündeme getirmemiz gereken sık sık hatırlamamız gereken bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Bugün biz Müslümanlar olarak tamamen tarihin dışına itilmiş bir durumdayız . Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu, bir konuşmasında "Öyle bir devletten söz ediyorum ki, en az 40 devlet Osmanlı'dan bahsetmeden kendi tarihini yazamaz." Bu sizin (Müslümanların) tarihin içinde olduğunuzu, tarihin bir öznesi olduğunuzu gösteriyor. Avrupa tarihi, Endülüs'ten bahsetmeden yazılamaz. Avrupa'nın bilim tarihi, Endülüs'ten ve Osmanlı'dan bahsetmeden yazılamaz.  Bu  durum, Müslümanların dünya ölçeğindeki belirleyici rolünü ifade eder. Ancak günümüze geldiğinizde bir karamsarlık, ezilmişlik psikolojisinin, körü körüne bir taklitçilik anlayışının  İslam toplumuna hakim olduğunu görüyoruz. Bunun neticesi olarakta  Müslümanların dünya üzerinde neredeyse siyaseten ve askeri olarak bile yok sayılması durumuyla karşı karşıyayız. Kültür, medeniyet, ilim, edebiyat, sanat konularında zaten son yüz yıldır mukallit durumuna düşmüşüz. Siyasi ve askeri olarak varsayılan tek toplulukta; özellikle son onyedi yıldır kazanmış olduğu askeri teknolojik, ekonomik ve siyasal ivme ile dünya ölçeğinde sadece Türkiye, kısmende Malezya, Endonezya, Pakistan gibi ülkeler gözüküyor.
 
Öyleyse neyi kaybettik? Bu soruyu cevaplayarak yeniden tarihin öznesi olma noktasında başlangıç noktasını belirleyebiliriz. Her şeyden önce biz özgüvenimizi kaybettik. Özgüvenimizi, düşmanlar karşısında almış olduğumuz devasa ve büyük yenilgilerle kaybetmedik.  Hasta adam diye görülen bir devletin, dünyanın süper güçlerini yenilgiye uğratacak kadar güçlü olduğunu ispat ettikten sonra; tarihimizle, bizi biz yapan değerlerimizle, kültürümüzle, sanatımızla, edebiyatımızla, üretmiş olduğumuz bilgiyle bağımızı keserek kaybettik.  Muâsırlaşma ambalajı içerisinde bize sunulan köleliği özgürlük zannıyla, paryalığı demokrasi zannıyla yutarak kaybettik.Tarihimizi inkar ederek ve oluşturulan sûni yalan bir tarihi kendimize başlangıç kabul ederek kaybettik.  Bu şuursuz kaybedişlerimizin neticesinde de tamamen günübirlik, kullan at, seküler bir hayat anlayışını, hayat düsturu haline getirmemizle bu kaybedişlerimiz daha da devasa boyutlara ulaştı.
 
Duyarsızlaştık...
 
Dünyayı, ahiretin tarlası olarak gören Müslüman kimliğinden, kendi saksısını dünya zanneden bir müslüman kimliğine dönüşerek, değişerek, duyarsızlaştık. Dolayısıyla tarihin dışına itildiğimizi bile fark edemez duruma geldik. Son tahlilde elimize tutuşturulan bir kısım balonları kahraman zannedip hatta balonları tabulaştırdığımız için duyarsızlaştık.
 
Yeni nesiller sadece tabusuna dokunulduğu zaman ses verir hale geldi. Bunun dışında İslam dünyasıyla Türkiye'li nesillerin aralarında herhangi bir kültürel ve hasbi, manevî bir bağ kalmadı. O kadar duyarsızlaştık ki; bizim tarihimiz de gidip de gelmeyenlerin diyarı olan Yemen'de çocukların açlıktan ölüyor olması bile bizde herhangi bir refleks tepkiye sebep olmadı. Biz instagramda, facebookta kendi sofralarımızın başında çekindiğimiz selfieleri paylaşmakla meşguldük. Filistin'de, Doğu Türkistan'da, Myanmar'da, Suriye'de yaşanan ölümlere, katliamlara karşı, artık alışmaya alıştık... Mısır'da Mursi ve arkadaşları'nın hapiste olması, demokrasi havarisi! olan bizler için artık sıradanlaştı. Ülkemizin etrafında kuşatmanın her geçen gün daha da belirgin hale gelip, hadise'nin askeri müdahaleye doğru evriliyor olmasını hâlâ görmezden geliyoruz. Milli ve manevi değerlerimize olan duyarlılığımızı kaybettik.  Özgüven kaybı ve duyarsızlık, artık bütün hücrelerimize kadar işlemiş durumda. Kimse makro ölçekte düşünmüyor, herkes mikro ölçekte sadece kendi çıkar ve menfaatlerini gündeminin birinci maddesi yapmış durumda.  "Biz olmazsak ben de olmam" anlayışında olmamız gerekirken; "Ben olmazsam kimse olmasın" anlayışını hayat felsefesi haline getirmiş bir toplum davranışıyla karşı karşıyayız. Birtakım ülkelerdeki yönetici ve rejim mensuplarının mazlum Müslümanlara yöneltmiş oldukları eza, cefa ve haksızlıklar gündemimize bile girmiyor. Kuklalaşmış yöneticiler, Müslümanların istikbalini değil, sahiplerinin çıkar ve menfaatlerini önceleyerek hareket ediyorlar. Bazı ülkelerde, kukla olabilmek adına çanak yalamaya hazır nazır kimselerin olduğunu görüyoruz. İçimizdeki beyaz taşların pirinçten daha fazla dikkate alındığı, kıymet gördüğü bir akıl tutulması yaşıyoruz.
 
Bu durum elbetteki hayra alamet değil. Bu akıl tutulmasından kurtulma adına birtakım tedbirler alınması gerekirken, tedbir alacak, gidişatı düzeltecek kimselerin, bu tutulmanın da etkisiyle, düzeltmesi beklenilen işleri daha da karmaşık hale getirdiğini, hatta kangrene dönüştürdüğünü görüyoruz. Türkiye'de ortaya çıkan, ümmet şuurundan uzak, duyarsız, egoist, on yılda yaratılan onbeş milyon gencin ve türevlerinin, son seksen, doksan yıldır uygulanan eğitim sisteminin ve müfredatının, okutulan yalan yakın tarih dersinin ürünü, neticesi, meyvesi olduğunu artık sağır sultan bile biliyor.  Eğitim sistemini ve müfredatını iyileştirilmesi için iş başına getirilenlerin maalesef gelecek nesilleri daha da köksüzleştirme adına, bizi biz yapan değerlerin, yani İslam Tarihi, Selçuklu Tarihi, Osmanlı Tarihi, İslam Medeniyeti Tarihi gibi derslerin angarya gibi görülüp; toplumumuzu İslam dünyasından, ümmet anlayışından koparan, tabulaştırılan İnkılap Tarihinin zorunlu hale getirildiğini görmek bizleri derinden sarsıyor.  Bir Hollywood filminin repliğin de esas oğlan şöyle diyordu;  "Bütün işler karıştığında, bütün yollar tıkandığında, bütün ipuçları birbirine dolaştığında panik yapma! Başladığın yere dön evlat!"  Belki de Müslümanların duyarsızlıktan, ezilmişlik psikolojisinden, bu kaybediş sendromundan kurtulması adına başladığımız yere dönmemiz gerekiyor.  Yoksa bu kargaşada ne kaybettiğimizi bile fark edemeden tarihten silinip gideceğiz. Geçmişini bilmeyenler geleceğe emin adımlarla yürüyemez...  Tarih, geçmişi öğrenmek için değil geleceği inşa etmek için gereklidir.