1919 yılının Şubat ayı. 466 yıldır Türklerin adaletle yönettiği İstanbul, İtilaf devletlerinin işgali altındadır. Savaşın galiplerinden olan Fransa’nın İşgal Kuvvetleri Komutanı Mareşal Franşe Desperey 8 Şubat 1919 günü İstanbul’a gelmiştir. Mareşal Desperey, bugünkü adı İstiklal Caddesi olan Cadde-i Kebir’de atının üzerinde kibirle yürürken, yolun kenarlarında sevinç içersinde Fransız Komutanı karşılayanlar, yüzyıllardır Türkün gölgesi altında adaletle yönetilen Ermeni ve Rumlardır. Zira o gün İstanbul’un Türk halkı elem ve keder içersinde evlerine kapanmıştır. Caddede bir tane Türk bayrağı ve feshi görülmemektedir. Fransız Komutanın gelişi şerefine Rumca yayın yapan gazeteler olayı “Bizansın yeniden doğuşu” olarak nitelendiriryorlar.
Bu olayları uzaktan hüzünle izleyen dönemin meşhur şahıslarından olan Süleyman Nazif, olaya çok içerlenir. Hemen ertesi gün, yazarı olduğu Hadisat gazetesinde “Kara Bir Gün” başlıklı bir yazı kaleme alır. Yazısı yayınlandıktan sonra Mareşal Desperey tarafından kurşuna dizilmesi emredilir. Fakat Süleyman Nazif’in yakın arkadaşlarının ricalarından sonra bu ceza sürgüne çevrilir.
Süleyman Nazif’e ölüm emrini verdiren o yazıyı günümüz Türkçesiyle aynen takdim ediyorum:
“Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terkedeceğiz.
Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada, Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer takının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azabı duymamıştı. Çünkü “Fransız” namını taşıyan her kişi, yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o milli matem karşısında aynı keder ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı.
Biz ise milli varlıklarının ve dillerinin devamını bizim alicenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın, hay-huy şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. “Buna müstehak değildik” diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş.
Arapların güzel bir sözü var: “İsbir feinne’d-dehre la yesbir” (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler”
Bu yazıyı ilk defa derste Hocamdan duymuştum. Yazıyı okuduğumdan beri bir şey beni düşündürüyor. O gün düşmanın galibiyetine sevinen Ermeni ve Rumları görerek böyle bir başlık atan Süleyman Nazif, acaba şimdi bizim öz milletimizden olanları görse nasıl başlık atardı? Yorum sizin…