Duvarları kerpiç, çamur sıvalı tek göz bir köy odası, pencerenin önünde tahta bir sedir, divan yastıkları sıralı. Kırmızının ağır bastığı pazen döşemelik kumaşlar, duvarda kadife bir süs halısı. Yerde üç minder, köşede yüklük ve kapının yanında kuzine bir soba. Radyoda eski bir hicaz şarkı, birazdan türkü saati başlayacak. Sobanın üzerinde bakır cezve ve ıhlamur kokusu. Demlikte su kaynıyor, çıkan buhar odanın karanlık yüzünde kayboluyor. Bir kadın, yaşlıca bir kadın, yalnız bir kadın, bir ses bir hâl hatır, bir Tanrı misafiri bekler gibi, bir muştu belki… Pencerenin önünde her zamanki yerinde. Dışarıda kar yağıyor, ince ince yağıyor, sessizce yağıyor.
Onunla karşı karşıya oturup yağan karı izlemeyi ne çok severlerdi. Adam her defasında “yere düşünceye kadar hiç değmezmiş bu kar taneleri, hikmetinden sual olunmaz” der, kadın başıyla tasdik eder iç çekerek “ya hû” derdi. Herif göçüp gitti de kadın yapayalnız kalakaldı pencere önünde. “Sen önce gidersen ben yalnız başıma yapamam şu koca dünyada avrat, var ben gideyim” dedi, öyle de yaptı. Kadın “Hikmetinden sual olunmaz” dedi olana razı geldi.
Kaç zemheri geçti, kaç mevsim değişti herif göçüp gideli… “Özledik be adam!” dedi ve yine iç çekerek yağan karı izlemeye devam etti. İki dizinin üzerinde pencerenin önünde, takılıp bir kar tanesinin peşine kendi hayatını gördü sanki. Bir serçe gelip kondu pencerenin önüne, nasıl da belliydi soğuktan titrediği. Kadının içi titredi, serçe içini çekti. Kadın pencereyi açtı, kış boyunca hazır ettiği ekmek kırıntılarını, kırık buğday tanelerini pencerenin önüne bıraktı. Serçe uçup gitmedi, bir serçe daha geldi sonra diğerleri.
Eli belinde güçlükle doğrulup yerinden, sobaya iki odun attı, radyoyu kapattı, bir bardak ıhlamur aldı, yerine dönüp oturdu. Kar yağıyordu, bu havada belli devam edecekti daha. Kadın ıhlamur kokusunu içine çekti, ıstırap dolu bir sessizlik kapladı içini. Kurmalı saatin yanında, kırık aynanın fersiz yüzüne takılıp kaldı. Gelinlik hediyesi şu aynada şimdi gördüğü bu yüz kimdi? Tek başına kalınca insan, nasıl da düşüp gidiyor bu heyula âlemin peşine!
Yağan karı izlemeye devam etti. Gözlerini bir taneye sabitliyor, yere düşünceye kadar peşini bırakmıyordu ama ne yaptıysa ne kadar gayret ettiyse hiçbir kar tanesini yere düşünceye kadar takip edemedi. Kar tanesi gibiydi insanlar, görüyorsun, tanışıp hemhal oluyorsun sonra kaybolup gidiyorlar. Kimi kahredip gidiyor hicranla, kimi kalbini bırakıp gidiyor hasretle, kimi ölüp gidiyor ecelle.
Vaktiyle çoluk çocuk, konu komşu, hısım akraba doldururdu şu odayı. Biri kız, üç evladı şu sobanın başında, beşiğe beleyerek büyütmüştü ne emeklerle. İlk kar tanesinde büyük oğlunu gördü; gurbet ele Alaman memlekete göndermişti içi el vermeden. Alman bir hanımla evlendi, iki çocuğu oldu, oraya yerleşti. Dönmedi, dönemedi. Kızının kar tanesi de uzak bir köye düştü, düğün dernek her şey iyi başladı da damat hayırsız çıktı. Yok yere bir sebep buldu, kızı göstermedi.
Kar tanesi gibi düşüp gidiyor insan… Tüm bunları ve daha nicesini yad etti. Kar tanelerinden biriyle gençliğine gitti, diğeriyle gelinliğine. Eşinin adı, ilk torundaydı; nasıl bir bahtiyarlıktı kucağına alıp koklamak.
En küçük oğlu, nazlı doğmuştu, evin küçüğü, el üstünde tutuldu. Onun kar tanesini izlerken yine gözyaşı döktü. Davul zurnayla, omuzlarda askere gönderdi gururla. Böyle bir kış günü geldi acı haberi. Kar yağıyordu yine, köylü toplanmıştı, kar gibi sessizdi herkes, kar gibi beyaz. Bir mezar kazıldı, taşına “şehit” yazıldı. Duvarda asılı resmine baktı, düşen kar tanesine baktı, dönüp serçeye baktı. Serçe havalandı, son kar tanesi serçenin kanadına düştü.