Hangi sızı çaresiz bıraktı seni ey gönül? Ne kadar çok okudun ve ne kadar çok yazdın, ne kadar çok duydun ve ne kadar çok söyledin… Hepsi toplanıp “hayırlısı” kapısına gelip dayandı işte. “hayırlısı” deyip bıraktın yine iç konuşmalarını, bırakmasan ne yapacaksın, yol bitti, durakta inmen lazım.
Güç bela attım yorgun bedenimi eve, yorgun diyorum da kimin yorgunluğuyla ölçtüm bendekini? Hangi yorgunluk anlamlı bir mazi bırakacak kişisel tarihimize? Yine başlamışken bu iğne uçlu sorular, beynimdeki derin çizikler kanamaya başladı birer birer.
Bedenim yorgun ve beynimde cevabını veremediğim onca soru. Birçoğuna cevap veremeyeceğimi tek yolun derin bir sükûnetle kabullenmek olduğunu biliyorum. İnancın verdiği o cesaret olmasa değme filozoflar başa çıkamaz sorularımla.
Sustum, evin anahtarını unutmamışım, kapıyı açtım girdim içeriye, sessizlik… Kanepeye uzanmışım, sanırım hafifçe dalmışım. Televizyonu ne zaman açtığımı hatırlamıyorum, hararetli bir tartışma almış başını gidiyor, üç beş adam, konuşuyor sırayla ama sadece konuşuyorlar, dinlemiyorlar. Karşısındaki adamı dinlemeyen kişi kilometrelerce uzakta birinin kendini dinlediğine nasıl da inanıyor?
Acıktığımı hissediyorum, mutfağa gitmeliyim, tamam da ben bu evde yalnız yaşamıyorum ki, annem kardeşlerim nereye gitmişler? Mutfaktan anlamam aslında, şimdiye dek bir yumurta kırmış değilim.
Ayağa kalkmak zorunda olduğumu biliyorum, niyetleniyorum, yok başaramıyorum. Sahanda yumurta kokusu alıyorum mutfaktan, yanında taze ekmek, seviniyorum. Hadi olmadı diyelim, annemin nefis un helvası, o da yoksa bir dilim kuru ekmek, hepsi mutfakta ama ayaklarımda mutfağa kadar gidecek gücü bulamıyorum.
Çabaladıkça derinlere batan bir acemi yüzücü gibiyim. Korkmaya başlıyorum, açlığımı unuttum. Su içmek istiyorum, gün beni çok yormuş olmalı. Sıcak ve terliyorum, soğuk bir su olmalı ama acaba buzdolabında su kalmış mıydı?
Her şeyi bir kenara bıraktım yalnızlığımı, acıkmışlığımı, susuzluğumu, yorgunluğumu şimdi tek istediğim sessiz kalabilmek ve beynimdeki soruları susturabilmek. Dingin bir “ben” istiyorum. Zihni berrak, sakin ve huzurlu bir ben…
Kapı çalıyor, ne kadar uzak sesi ve derinden, önce duymazlıktan geliyorum. Çocuklardır diyorum ya da komşu filan, yok gitmiyor, ısrarla zile basıyor uzun uzun, kim bu Allah’ım? Beynim zonkluyor, zil durmuyor, kapıyı açmak istiyorum hiç değilse zil susar, hadi bir gayret, toru topu on adımlık yer, kanepeden yüz üstü yere düşüyorum ama acı hissetmiyorum. Zil çalmaya devam ediyor, kapıdaki hem zile basıyor hem bağırıyor.
Bu sesi tanıyorum, çok bildik biri ama kim? Gürültü çoğaldı, boğuk kadın sesleri, bağrışmalar, telaşlı adımlar… Kanım çekiliyor, vücudumdan haberdar değilim sanki. Zil, uzaklarda gibi canhıraş bir sesle çalmaya devam ediyor. Birileri kapıyı tekmeliyor, yumrukluyor. En son yaptığım şeyi, söylediğim kelimeyi, sorduğum en son soruyu hatırlamaya çalışıyorum. Yok, bulamıyorum. Tek hatırladığım şey hayal meyal; çay içmek istediğimdi.
Bir bardak şekersiz çay içmek istemiştim, şekersiz çaya alışkın değilim oysa. Evet, evet tüpü açtığımı, suyu çaydanlığa koyduğumu, bir avuç siyah çayı demliğe atığımı anımsıyorum. Dün mü yaşamıştım bu sahneyi? Zihnim nasıl bir oyun oynuyor bana?
Anımsamaya çalışmaktan bıktım. Olduğu gibi bıraktım her şeyi; kafamdaki soruları, ocaktaki çaydanlığı, daha ilk sayfasını köşesinden kıvırdığım kitabı öylece bıraktım. Dağınık, umarsız ve bitkin halimle öylece bıraktım her şeyi geride. Ama zil susmadı, şimdi tek merak ettiğim şey kapıyı çalan kim?