Sahi kimdi ve ne zamandı öylesine geliveren kapıma? Yağmur var dışarıda, şiddetli değil sakin ve derinden. Sessiz biraz ve endişeli, yağmur endişe duyar mı benim gibi? Şair “Sızıyı gideren su, suyun sızladığını kimseler bilmez…” derken suyun çektiği sancıyı duyup da söylemiş değil midir? Endişeliyim evet, yağmur gibi.
Tedirginliğimin odama kattığı kasvetli havadan bahsedecek değilim. Kasvet kelimesine de takıldım şu günlerde, içine düştüğümden midir nedir? Düşmeyeceğim şimdi bu kelimenin peşine, varsın o takılsın. Yağmur, azmi ve istikrarından bir şey kaybetmedi. Penceremi de ıslatsın istiyorum heyhat ne mümkün! Sıkışıp kalmış odam odaların arasına, evlerin ve gökdelenlerin arasına. Yağmurun sesini duyuyorum hiç olmazsa, koşuşturmalarını insanların. Yağmur kadar insan nasıl oldu da yağdı bu şehre? Şimdi nereden geldi bu sual habersizce…
Yağmur yağadursun, toprak doysun, deniz gökyüzüyle buluşsun. Yaşadığımın bir kanıtı olsa gerek yağmuru duyuşum. Yalnızım ve yalnızlığımın bende uyandırdığı endişe şu an yağmurla hafifliyor. Kasvetli hava direniyor. Pencere önünde kaç vakit geçti kim bilir?
Bir ses bir nefes yok mu Allah’ım! Yalnızlığa tutkun bu adamın tek başınalığa tahammül edecek takati kalmadı. Masa üzerinde dün geceden kalmış kırık dökük bir iki mısra, imzalarımla dolu karalama kâğıtları, yarım bardak su ve sade kahvemin sade fincanı…
Odamın duvarlarında anlamlı bir sessizlik, alabildiğine sadelik, sahi eski bir duvar saati bile olsa takmaz mı insan? Zamanı ayarlamak ve kontrol etmek üzere kurgulanmış bir hayat yaşamıyorsan neye gerek saat? Akşam ezanının makamını saba makamından ayırt ediyorsan zamana hâlâ yenilmemişsin demektir.
Lakin tek başınalık hâlâ zor, seccademin üzerinde dededen kalma kehribar tespih bile otuz üçle birleşiyor imamede. Çayımın şekeri hâlâ iki, kelimelerim masada kurmuş devletini. Uykusuzluğumu paylaştığım yastık yorganıyla mutlu gibi. Camlarım buğu tutuyor, oda sıcak mı, yok değil, yüreğim de mi buğulanıyor, gözlerim mi?
Ses olmalı diyorum, bir başka ses. Sabah namazında kendim duyacak kadar okuduğum Fatiha, kalbime dönük ettiğim dua benim sesim, babamın sesine benzeyen sesim. Arada mırıldandığım arabesk bir şarkı, şarkıyı bitirince düştüğüm derin yankı…
Tanrı misafirinden bahsederdi babaannem, kapıyı aç oğlum, derdi. Nerede şimdi o tanrı misafirleri? Yağmurdan sırılsıklam olmuş, şuracıkta bekleyeyim yağmur dinsin diyen biri de mi olmayacak? Oda nasılsa giriş katında, ilk zil benim, bozuktu hatta tamir ettirdim. Hani şu kuş sesinden, basınca ötüyor uzun uzun, kendim test ettim.
Kapımı kim çalar benim? Yoksulluğu yüklenmiş bir hamal belki, yolunu kaybetmiş bir yetim. Eski bir dost kim bilir, hatırlamış birden, elinde iki simit, dünden yarenler, erenler… Velinin biri belki, gelir mi, eşiğime yol verir mi?
Kapımı kim çalar? Bakkalın çırağı desem, pek aceleci, uzatır ekmeği uzaklaşır, ihtimal kapı komşum… Kapı komşunuz var mı sizin, kaç kez gittiniz ve en son ne zaman buyur ettiniz? Benim kapı komşum yok belki de. Bir tas çorba uzatılmadı onca zaman geçti de. Çocuklar çalsa kapımı, onlar için hep hazır şekerleri, oyuncakları.
Şair, yalnızlığa evet ama tek başınalığa hayır demişti. Ben ne tek başınayım ne yalnız. Kapımın çalmasını bekleyen bir acizim işte.