KANARYA’NIN KAHVESİ

Osman Uzunkaya
Bir zamanlar yolum şirin bir Anadolu ilçesine düşmüştü. Orada bir birinden değerli dostlar edinmiş, bir zaman sonra da dostlarımdan belleğimde hala ilk günkü gibi tazeliğini koruyan unutulmaz anılarla ayrılmıştım. Bu yazımda size o şirin ilçedeki yaşanmışlığımdan bir kesiti anlatmaya çalıştım. Bir göz atmaya ne dersiniz?
 
Akşam yemeğimi yer yemez kanarya’nın kahvesine koşardım. Orada dostlarımla buluşur,  tavşankanı çaylarımızı yudumlardık. Zaman ilerledikçe sohbet koyulaşır, dudaklarımızdan dökülen heceler çayın dumanıyla el ele tutuşarak kahvenin hasır kaplı tavanında kaybolup giderdi. Burası neredeyse günün her saatinde ağzına kadar dolup taşardı. Kurulan dost meclislerinde sohbetin biri biter diğeri başlardı. Güncel konularla birlikte aklımıza gelen ne varsa her şeyi konuşur ve paylaşırdık. Bu yüzden aramızda gizlimiz ve saklımız olmazdı. Bazen sohbet gecenin bir vaktine kadar devam ederdi. Dostlarımızdan emekli öğretmen “Arif” Bey; akıcı konuşması ve esprileriyle sohbetimize renk katardı. “Arif” Bey, ezberindeki şiirlerinden birini okumaya başladığında artık sohbetin bittiği ve eve dönüş vaktinin geldiği anlaşılırdı.
 
Kahvenin sahibine adıyla değil de, “Kanarya” lâkabıyla hitap edilirdi. Kahveci namı değer “Kanarya” kanarya’nın sesini kusursuzca taklit edip durmadan kanarya gibi öter ve bundan da zevk alırdı. Elindeki çayları masaların arasında adeta mekik dokuyarak dağıtır, bir taraftan da “Kanarya” Diye bağıranlara o meşhur sesiyle cevap verirdi. Kahve müdavimlerinin kanaryanın sesini duymak için ara da bir “çay” demeleri yeterliydi. Kanarya her “çay” diyene kanarya gibi öterek karşılık verir, ortamı neşeye boğardı. Bu durum müşterilerin çok hoşuna gider ve ara da bir kanarya diye seslenmekten kendilerini bir türlü alamazlardı.
 
Kanaryanın kahvesi kahveden daha çok mahallenin kültür evi gibiydi. Kahvenin büyük duvarlarından birinde bulunan ahşap kitaplık kitapları ağırlar, diğer duvarda ise mahallenin resim yapmaya meraklı gençlerinin resimleri sergilenirdi. Kitaplığın önündeki masalardan birinde günlük gazeteler bulunurdu. Mahallenin emektarları gazete okumak için günün erken saatlerinde buraya akın eder, gazeteleri okuyup aralarında güncel konuları konuşur, tartışırlardı.
 
Bir de kahvenin “Aşık Rüstem” adında sevdalısı vardı. Her gece eline aldığı sazı adeta konuşturur, türküler söyler ve gazeller okurdu. Türkü formuna dönüştürdüğü bazı şiirlerini bestem diye takdim eder ve bunları okumaktan ayrı bir zevk duyardı. Geceleri mahallenin gençleri kahveye doluşup “Aşık Rüstem” i hayranlıkla dinlerdi.  Bu sayede orada bulunanlar dertlerini unutup hoşça vakit geçirirdi.
 
Her şey güzeldi. Kahve müdavimleri, dost zümreleri, emektarlar  ve gençler bu durumdan oldukça hoşnuttu. Yalnız biri vardı. Zaman onun yüreğine hançer gibi saplanıyor ve çilesi bitmek bilmiyordu. Acısını unutmak için kahvesinin “Kanarya” sı olan, “çay” diyen herkese şakımayı marifet edinen Zafer, hayata tutunmanın yolunu böyle bulmuştu. Trafik kazası biricik eşini ve aslanlar gibi iki oğlunu elinden almıştı. O günden beri Zafer, “Kanarya” olmuş, her “çay” Diyene şakımaya başlamıştı. Gece bir kaç saat uyuyup kendini kahvesine atıyor, burada kurulan hayat sahnesinde kaderin kendisine biçtiği rolü oynamaya başlıyordu.
 
Sağlıcakla kalınız.