Türkiye’de ‘etkili-yetkili’ pozisyonları işgal eden şahıslara yakında baktığınızda çelişkili fikirlere ulaşabiliyorsunuz: Bazen ‘fırsatlar’ ülkesi, bazen de ‘network’ memleketi diyesiniz geliyor. Belli durumlarda sistemin ‘adil’ olduğunu düşünüyorsunuz, belli durumlarda ise ‘adaletsiz’.
Siyaset ve bürokraside ‘tesadüfe’ yer yok. Genel bir değerlendirme yaparsak: Sistem içinde bazı kişiler ön plana çıktığında, çoğu zaman bu, onların ‘olağanüstü’ özelliklerinden değil, ‘ilişkilerindendir’.
Bir yılı aşkın bir süredir gündemimizi çok yoğun şekilde etkileyen ‘paralel’ meselesi böyledir mesela. Yapılanma üyeleri birbirlerini koruma, kollama saikıyla hareket edip, mensuplarını kayırmışlar. Hak etmedikleri halde kendi mensuplarını taltif etmişler; kamu makamlarını ‘yağmalamışlar’.
Benzer şeyler Yahudiler için de söylenir. Bu dine mensup bazıları, hiç de hak etmedikleri halde akademiada önemli konumlar elde etmişler. Parmakla ‘gösterilir’ olmuşlar. Akademik dünyaya yakından ‘vakıf’ olduğunuzda, o dünyanın o kadar da ‘geniş’ ve ‘adaletli’ olmadığını fark ediyorsunuz.
Benzer örnekler siyasette de mevcut. Önemli kamu makamlarını işgal eden insanların çoğunun hiçbir ekstra özelliğe sahip olmadığını görüyorsunuz. Tamamen ‘sıradan’ insanlar. Farklılıkları ‘mensubiyetleri’. Kusura bakılmasın ama Türkiye’nin problemi sadece ‘the Cemaat’, yani ‘Paralel’ yapı değil. Başka ‘paraleller’ de var. Bu biline.
‘Paraleli kullanan’ 28 Şubat’çılar o kapsamda değerlendirilebilir. Vakti zamanında yapmadıkları ‘baskı’, ‘şiddet’ ve ‘ahlaksızlık’ kalmamış, ama bugün en kısa cümlelerine en fazla ‘paralel’ kelimesi sığdırma derdindeler. Dertleri ‘paralel’ değil, ‘paralelden nimetlenme’. Bu söylemlerle çok önemli bir bakanlıklarda muazzam bütçeli projeler alıp, ceplerini doldurma derdindeler. Bürokraside birileri de buna aracı oluyor. Evet, çok adice… Çok tehlikeli... Bu şahısları yarın önemli makamlarda görebilirsiniz. Niyetlerini saklamıyorlar.
Vazgeçil(e)mezlik konusunda, YÖK’ü ele alın mesela. Bildiğimiz bir kurum olduğu için ondan örnek veriyoruz. Genel Kurul üyelerinin tamamına yakınının birden çok ‘şapkası’ var: Hem rektör hem de YÖK üyesi; hem Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri hem de YÖK üyesi; hem Müsteşar hem de YÖK üyesi; hem TÜBİTAK Başkan yardımcısı hem de YÖK üyesi, gibi.
Genel Kurul üyeleri YÖK’e yeterince zaman ayır(a)mıyorlar. 27 üniversite düşünülerek getirilen yapı, o dönemden beri sayısı altı kat artan üniversitelere yetişemiyor. Onlar yetişemeyince, üniversiteler de toplumsal meselelere ‘duyarsız’ kalıyor, katkı sağlamıyorlar.
Ayrıca, görevdeki bir rektörün veya bir dekanın YÖK üyeliği de son derece mahsurlu. Hem ‘atayan’ ve ‘denetleyen’ konumundalar hem de ‘atanan’ ve ‘denetlenen’. Aynı anda masanın ‘iki yanında’ durmaları sakıncalı.
Veya, önceki dönemlerde YÖK üyeliği yapan bir akademisyenin birkaç yıl sonra tekrar üyeliğe getirilmesi. ‘Vazgeçilmezlikleri nereden geliyor?’. Yanlış.
Siyasetteki diğer network’ları, yani grupları da tartışmalıyız. Bakanlıklar, bürokrasi ve siyasetteki yapılanma ve atamaların çoğu adil değil. Bunları konunun uzmanı bir akademisyen unvanıyla ifade ediyorum. Kamuoyunda ‘ifade edilen’ fikirleri yüksek sesle dillendiriyorum.
Konu son dönemlerde hem akademik çalışmalarda hem de kamuoyunda sıkça ifade edilmeye başlandı. Siyaset, ekonomi, bürokrasi, hatta kültür ve sanat dünyasında ‘dar alanda paslaşmalar’ mevcut. Belli gruplar, cemaatler ve mahfiller birilerini parlatıyor; birileri adına kulis yapıyor; birilerini ön plana çıkarmaya çalıyorlar.
Bakanlıklar, genel müdürlükler, üniversiteler ve belediyeler belli gruplarla ‘anılmaya’ başlanıyor. Kamu güç ‘adacıkları’ ve ‘kurtarılmış’ bölgelere dönüştürülüyor. Oysa, hep ifade ettiğimiz gibi, kamu yetki ve makamlarında bunlara yer olmaması lazım.
Bunun kabaca iki nedeni olduğuna inanıyorum: Birincisi, belli cemaat ve grupların mensuplarını kayırma çabaları; ikincisi, karar vericilerin ‘kuşatılmışlık’ sendromları.
Birincisi zaten çok açık: Gruplar, mahfiller aynen ‘paralelciler’ gibi hareket ediyorlar. Bu, tarikat mensubiyeti, hemşehricilik etkeni, ideolojik yönelimler ve diğer nedenlerle ortaya çıkıyor.
İkincisi, belki üzerinde biraz daha fazla durulması gereken bir durum. Karar vericiler etraflarındaki kişiler tarafından ‘kuşatılıyorlar’. Karar verirken, bir süre sonra, kendilerini ‘kuşatanların’ gözleriyle görmeye başlıyorlar. Sahada olup, bitenler sorumlu pozisyondakilere iletil(e)miyor. Yanlış atamalar illa da kötü niyetle yapılmak zorunda değil.
Siyasette Üç Dönem Kuralı’nı bu anlamda önemsiyorum. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından gündeme getirilen ‘atadığım bürokratlar görevlerini benimle bırakacaklar’ açıklamasını mühimsiyorum. Siyaset bunları tartışmak ve çözüme kavuşturmak durumunda.
Bazı kişiler ‘doğuştan’ yönetici. ‘Sürekli’ yönetici. ‘Vazgeçilmez’ yönetici. Atamalarda ‘dar bakış’ açısı, sadece Cumhurbaşkanlığı ya da Başbakanlığın problemi değil. Bakanlıklar, belediyeler, genel müdürlükler, üniversiteler başta olmak üzere herkes dikkate almalı.
Aynı yanlış tüm kurumlarda mevcut. Oysa mesela, yerel yönetimlerde kendilerine fırsat tanınsa güzel işler yapacak ne cevherler, ne değerler var. Bürokraside topluma katkı sağlayabilecek çok yetenekli şahıslar bulunuyor.
Anlamakta güçlük çekiyorum: Acaba, belli kişileri ‘değerli’ kılan şey nedir? Yetenek? Sadakat? Eğitim? Cemaat? İdeoloji? Akrabalık? Yandaşlık?
Bunları da tartışmalıyız.
‘Yeterli’ ve ‘yetenekli’ insanlara görev verilmeden, doğru kararlar alınamaz.
Türkiye’de kaht-ı rical, yani ‘adam yokluğu’, izlenimi verecek her türlü karar yanlış. Ülke ‘zengin insan kaynakları’ ile övünüyor; genç ve yetenekli insanlarıyla gurur duyduğunu söylüyor, lakin kilit pozisyonlar yıllardır sadece sınırlı sayıda kişinin ‘işgali’ altında.
Yeni insan, yeni ‘bakış açısı’ demek.
Yeni karar verici, yeni ‘fırsat’ anlamına gelir.
‘Yeni Türkiye’ yenilenmeli.