Kütahya Hava Er Eğitim Tugayında, hava piyade eğitim çavuşuydum. Her dönem mutat olarak yapılan kan verme işleminde sıra benim de sorumlusu olduğum 15. bölüğe gelmişti. Otuz kadar yatağın kurulduğu yemekhanenin önüne getirmiştik bölüğümüzü. Bölüğümüz beş yüz acemi askerden oluşuyordu. Bölüğümüzün kan verme işlemi iki gün sürecekti. Birinci takımdan başlayıp, otuzarlı guruplar halinde içeri alıyorduk acemi askerleri. Kan verene bir bardak limonata, birkaç tane bisküvi ve lokum verilip salınıyordu.
Acemi askerleri içeri alma, kan verdikten sonra bölüğe sevk etme ve kan veren askerlere nezaret etme işini çavuş arkadaşlarla organize ediyorduk. Başımızda iki tane de astsubayımız vardı.
Ben, kan verenlere nezaret eden guruptaydım. Her çavuş arkadaş iki acemi ere birden nezaret ediyordu. Gençliğin en sevimli ve diri yaşında olan askerler, hele de genç hemşirelerin yanında cesaretli kuzular gibi uysalca uzanıyorlardı yatağa.
Biz çavuşlar acemi askerlerden daha şanslıydık. Hemşirelerle sohbet edebiliyorduk. Kimi arkadaşlarımız yaptığı işi abartıyor hemşirelerin etrafında dört dönüyordu. Acemi askerlerin astsubaylarımız gibi bize de “komutanım” diyor olmalarını matah bir şey saydıkları belli oluyor, hemşirelerin gözüne girmek için acemileri itip kalktıkları görülüyordu.
Benim nezaret ettiğim iki yatağa bakan hemşirenin adı Neslihan’dı. Uşaklıydı. İki yıllık hemşireydi. Öğle yemeği için ara verildiğinde Neslihan hemşire mümkünse bizimle yemeğe gel demişti. Canıma minnetti ama başımızdaki Afyon’lu Vedat Astsubayın bakışlarından Neslihan hemşireyle yaptığım sohbeti hoş karşılamadığının farkındaydım. Neslihan’a ne cevap vereceğimi düşünürken, kısa boylu, tombul, güleç yüzlü başhemşire Melek abla yanımızda bitmiş, çocukmuşum gibi elimden tutup, Astsubayın gözüne baka baka beni hemşirelere ayrılan bölüme sürüklemişti. Naçar kalmıştım. Elimi bırak diyemezdim!
Neslihan hemşire ile yan yana oturmuştuk. Keyifli olmam lazımdı ama değildim. Problem astsubay mı diye sormuştu Neslihan? Şu kadarını diyebilmiştim: Sen gideceksin ama ben bu astsubayla baş başa kalacağım! Neslihan’la şehirlerimizden, çocukluğumuzdan, okullarımızdan, kitaplardan, yazarlardan, mektup yazmaktan konuşuyorduk.
Yemekhanede yan yana dizilmiş yatakların ortasına masalar konulmuştu. Bu masaların üzerinde pamuk, iğne, tentürdiyot gibi malzemenin yanında her asker için tutulan matbu kâğıtlarda vardı. Ben farkında olmadan bu kâğıtlardan koparıp, kâğıttan gemiler yapıyordum. Neslihan bu kâğıt gemiyi alıp okuduğu kitabın arasına koymuştu. O günlerde Stefan Zweig’in “Sabırsız Yürek” isimli romanını okuyor ve “hepiciğimizin bir hikâyesi vardır ve yaşarken uzunsa da, anlatılırken kısadır, ömür dediğimiz” diyordu.
İkinci gün, yani bizim bölüğün kan verme işleminin bitimine yakın Melek abla yanına çağırmıştı beni. Bu arada bütün çavuş arkadaşların dilindeyim. Neslihan hemşire ile işi pişirmiştim! Nedir ki pişmiş bir şey varsa da bu benim gibi korkak bir adamın işi değildi, olan biten Neslihan’ın gayretiyle olmuştu. Takılmalara gülümsemekle karşılık veriyordum.
Melek abla bana iş buyurmuştu. Daha doğrusu özel bir şey paylaşmıştı benimle. Biz diyordu, iki gün sonra gideceğiz. Neslihan’la görüşürsünüz veya görüşmezsiniz bu sizin bileceğiniz iş. Hoş bir insansın. Biz seni sevdik. Camın dibindeydik ve tugayımızın Porsuk çayına doğru uzanan arazisine bakıyorduk. Melek abla anlatamaya devam ediyordu: Neslihan geçen yıl babası ile erkek kardeşini trafik kazasında kaybetti. Hala yaralıdır. Sakın ola ki giderayak onu üzecek bir şey söylemeyesin. Şimdi senden istediğim, biz giderken, gelip Neslihan’a şu kırlardan toplayacağın çiçekleri vermen ve güle güle demendir. O’na yapabileceğin en güzel jest bu olur. Yüzünü bana doğru dönerek, gözleri gözlerimi bulduğunda sormuştu: Yapar mısın?
Bu merhametli gözlere hayır diyebilir miydim? Hayır! Tamam, abla demiştim; Neslihan’ı ve seni üzmeyeceğim.
Son iki günde de fırsat buldukça ve kaçamak yaparak uğruyordum Neslihan’ın yanına. Çay içiyor, sohbet ediyorduk. Aramızda görünmeyen ama hissettiğimiz bir hüzün dolaşıyordu.
Gündüzden belirlemiştim çiçek toplayacağım yerleri. Bu tugayın çavuşu olsam da burası askeri bölgeydi, yani öyle elini kolunu sallayarak dolaşamazdın. Hele ki gece dolaşmak daha da riskliydi. Her tarafta devriye gezen, nöbet tutan askerler vardı.
Bölüğümüzü sabah 05.30’da kaldırırdık. Ben üçte kalkmıştım. Çiçek toplayacaktım. Tam bir bahar gecesiydi. Serin, diri, temiz… Nöbetçilere görünmeden, eğitim sahalarına doğru yollanmış, koca bir demet kır çiçeği yapmıştım. Çiçekler gecenin çiğini taşıyorlardı. Çiçekler sanki Melek ablanın merhametli ve gülümseyen gözleriydi. İkinci bir demet çiçek yapmaya koyulmuştum Melek abla için. Güneş doğudan sesleniyordu; geliyorum, elini çabuk tut, acele et.
Yemekhanenin önünde Kızılay’ın arabaları, ekip toparlanıyor. Gazete kâğıdına sardığım çiçekler ezilmesin istiyorum. Bir yandan da son anda yakalanmak ve azar işitmek endişesi taşımaktayım. İşte Neslihan’da çıktı yemekhaneden. Melek abla nerde? Az daha bekliyorum. Melek ablada çıkıyor yemekhaneden birilerine laf anlatarak. Hadi adamım, ver artık çiçekleri ve Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı”nı mırıldan…
Neslihan benden böyle bir şey beklemiyordu; melül, mahzun bakışlarımla karşılaşmamak ve gözlerinde biriken yaşları göstermemek için uzaklara bakmış, zor duyduğum ve titreyen bir ses tonuyla teşekkür etmişti. Kır çiçekleri Melek abla içinde sürpriz olmuş, bana elini öptürmüş ve tutup alnımdan öpmüştü.
Aylar sonra bir mektup almıştım Neslihan ve Melek abladan. Ayrı ayrı yazmış tek zarf ile yollamışlardı. Bu yaşıma kadar daha güzelini duymadığım bir sıfatla seslenmişlerdi bana: Kâğıttan geminin kaptanı!