Kâğıttan bardak…

Mehmet Topuz

Soğuk kış mevsiminin başlangıç noktası, düşen bir damla yağmurun habercisi olan gökyüzünün masum, uzakları andıran renginde kırılan güneş ışınlarının yansımasına şahit olmak. Ve bir o kadar da gökyüzünde süzülen bulutlara ilişti gözleri… Ağlamaklı bir hali olduğu her halinden belli idi.

Gündemin ta uzağında televizyon kanallarını bir kumandanın tuşları arasında geziniyordu. Geçmişten kalma bir türküyü işitti kulakları. Mihriban diyordu… Mihriban… Azıcıkta olsa ses verdi. Ve sessizliğin eşliğinde gündemden uzakta, kendi gündeminin tam ortasında kendi derdine odaklandı.

Bu bir hikâye falan değildi. Bu yokluğun, bu boş vermişliğin, bu artık ne olacaksa olsun nidasının sesi miydi? Bilemedim. Geçmeyen ne idi. Vakit ilerliyor. Bir kış mevsimi bir yaz mevsimi derken, aslında ömür bitiyordu. Notalar hep aynı do re mi fa… Ve arkasından duyulan la sesi…

Yolculuk vardı. Gurbetin varlığını bilmezde değildi hani. Araç çalışmış. Yolcular bir istikamette yol alacaklarını bilerek biletlerini almıştı. Koltuk arayışı çok kısa sürmüştü. Hani olur ya gurbetten eve dönüşte bir an önce varmanın hissiyatı. Ya dönerken buruk bir düşünce efkârlı bakışlara eşlik ederdi.

Hastaneye yatırılacağı günü bekler miydi insan. Bu yolculuk nereye mi? Cevabını aramak bile bir ömre bedeldi galiba. Aklın ermeye başladığı dönemlere kadar uzanır insanın yolculuğu. Dostu düşmanı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini anlayana kadar. Ve şöyle diyordu:” Bir insanın kendine yaptığı kötülüğü bütün dünya bir araya gelse yapamaz.” Bu iş bu kadar basit miydi?

Aradan geçen vakit dilimi içerisinde hastaneye yatmadan önce öleceğine olan inancı da gitgide artıyordu. Vasiyetnameler düzenlemişti beyninde. Yakınlarından, akrabalarından çektiklerine dair, kimi kimsesi olmadığını söylüyor bir yandan ağlamaklı haline dair iki cümle söz söylüyordu. Ve iki çocuğum diyordu, iki çocuğum. Ben ölürsem olur da kalkamazsam size emanet diye vasiyet ediyordu. Bu ne idi şimdi? Bu nasıl yüktür. İnsan insana bu yükü yükler miydi? Yüklermiş. Derdiyle dertlenecek bir dert sahibi daha olmuştu.

Sonbahar mevsimi… Ağaçlar kış uykusunun arifesinde… Sararmış solgun bir görüntünün eşliğinde kimi hastane önünde bekleyişini sürdürmekte, kimi yetişemediği işinin derdinde. Ne oluyordu bize. Bütün bir insanlığın derdi ne ola ki?

Hastane önünde yaşı ilerlemiş birkaç yaşlı dayı. Yaşı ilerlemeden yaşlanmanın ne demek olduğunu bilenlerde vardır elbette. Neyse… Hayretle izliyorlardı olup biteni. Ve geçmişin esintilerinden geçmişe dair insanlığı, insan olmanın erdemine dair kime neyi öğütleyeceklerdi. Dinleyen kimdi. Çünkü dünyanın kırılma noktası olan teknolojiden bi haber uzakta yaşamış, yokluğu varlığı görmüş, bulgur pilavı ile turşunun yufka ile yendiği günlere olan düşünceleri ağır basıyordu. Ve büyük kim küçük kim belli değil miydi? Ne oldu atasözlerine.

Dalıp gitmişti. Ayaklarının altında parke taşları arasında kalmış bir avuç toprağa gözleri ilişti. Betonlaşmadan nasibini almış bir avuç toprak. Ve sırtında taşıdığı yükün ağırlığıyla mı olsa gerekti, omuzları düşmüş ve yorgun bakışlar arasında düşünüyordu. Doktorun haberini bekleyen bir avuç insandan biriydi kalabalıklar arasında. Ve sırtında ki emanetin düşüncelerine olan baskısı yüreğine oturmuş ve sessiz sedasız bekliyordu.

İşte insan; bir ömür, bir vakit. Kim neyin derdindeydi. İnsanlığını unutmuş muydu insanlık? Ve yorgun bakışları arasında, bir söğüt ağacının altında umutla bekleyen bir kalabalık. Yükün ağırlığı bir beynin içerisinde işitiliyordu. Ve sustu. Ve kâğıttan bir bardak ve bir bardak çay… Bekleyişler…

Kalın sağlıcakla…