Diderot insanı şöyle tarif ediyor. “İnsan: hisseden, düşünen, dünya üzerinde özgürce dolaşan, hükmettiği bütün diğer hayvanların başında görünen, toplum içinde yaşayan, sanatı ve bilimi icat eden, kendine özgü iyilik ve kötülüğü olan, kendine efendiler oluşturan ve kanunlar yapan, vs. bir varlık.”
İnsanoğlunun manevi olarak beslenmiş olduğu pek çok kanalları var bunlardan bir tanesi göz, diğeri kulak... Tabii okumak, tefekkür etmek, gözlemlemek... Bunlar da beslenme sürecini etkileyen en önemli unsurların başında geliyor. Bugün modern dünyada insanoğlunun en büyük sıkıntılarından bir tanesi belki de kendini dinleyememesinden, iç alemine yönelememesinden kaynaklanıyor. İletişim imkanları ilerledikçe, dünya kalabalıklaştıkça, insanlar birbirlerine daha da yaklaştıkça insanların maalesef yalnızlığı, kalabalıklar içerisindeki yalnızlığı daha da fazla artıyor. İnsanoğlu, kalabalıklar içerisindeki yalnızlığından kaçma adına çoğu zaman zihnen ve kalben uyuşturulmayı tercih ediyor. Zira son 20-30 yılda psikolog ve psikiyatrist desteğine ihtiyaç duyanların sayısının bu kadar yüksek bir ivme ile artması başka türlü izah edilemez.
İnsan, bir yönüyle sosyal bir varlıktır. Ancak, bununla beraber birtakım rahatsızlıkları bu sosyal yönü vasıtasıyla da kazanmaktadır. Zira biz şunu biliyoruz ki; "İnsan, insanın imtihanıdır." İnsan, diğer yönüyle sadece kan, kemik, etten, sinir hücrelerinden oluşan bir varlıkta değildir. Zira insan düşüncesiyle, seçimleriyle, beğenileriyle, vazgeçmeleriyle, tercihleriyle, ruh aleminin derinlikleriyle bir bütün olarak insandır. İnsan sadece biyolojik bir varlık değildir. Bunun ötesinde aynı zamanda psikolojik bir varlıktır. Yani insan bir bütündür.
Bu yönleriyle değerlendirdiğimizde insanoğlunun, zaman zaman o iç dünyasına, deruni dünyasına da dönmesi gerekiyor. Zira sadece biyolojik beslenmek veya sadece sosyal ilişkiler ile beslenmek insanın psikolojik yönüne, manevi derûnuna zarar verebiliyor. İşte, içerisinde bulunmuş olduğumuz Ramazan'ı Şerif'in en önemli ibadetlerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkan "itikaf", bugün neredeyse Müslümanların terk etme noktasına gelmiş olduğu bir ibadet... İtikaf nedir? İtikaf kısaca bir mabette, bir köşeye çekilerek, insanoğlunun kendisini dinlemesi ve kendisini insan olarak yaratan, kendisine o manevi derûni yönü veren, Allah ile hemhâl olması, baş başa kalmasıdır. Kendini dinlemek; psikologlar, "Biyolojik açıdan insanın kendi kendini dinlemesi panik atağa sebep olur" diyorlar. Ancak, "İnsanın manevi açıdan kendi kendini dinlemesi, manevi gelişmeye ve kulluğun zirveye ulaşmasına sebep olur", bunu kimse söylemiyor.
İtikaf, Hz. İbrahim döneminden bu yana bilinen ve çok özel semboller ifade eden bir ibadettir. Zira Kur'an-ı Kerim'de Allah Celle celaluhu Hz. İbrahim ve oğlu İsmâil'e hitaben; “İbrâhim ve İsmâil’e: onu ziyaret edenler, itikafa girenler (âkifîn), rükû ve secde edenler için evimi tertemiz tutun diye ahid -emir- verdik” (el-Bakara 2/125) Tarihi derinliği de olan itikafı, bu gözle değerlendirdiğimizde itikafın insanoğluna söylemiş olduğu sembolik pek çok mana vardır. Her şeyden önce itikafın bir mabet derûnunda, Allah için adanmış olan bir yeryüzü parçasında gerçekleştirilmesi esastır. Yani mekansal bir aidiyet ifade eder. Bu mekansal aidiyet, insanoğlunun kendisini oyalayan, kendisini asıl hedefinden uzaklaştıran dış dünyadan, dünyanın mülkiyet kavgasından koparak, sadece Allah'a ibadet için hazırlanmış olan, mülkiyet davasının güdülemediği bir mekanda gerçekleşir. Bu şu demektir: "Dünya üzerindeki gerçek mekan ve gerçek makam sadece Allah'a adanmış olan mekanlardır." Zira insanoğlunun kendi mülkiyetinde zannetmiş olduğu mekanların hepsi fena'yı, faniliği temsil eder. Buna karşılık Kabe, Hz. Adem'den itibaren insanoğlunun ibadeti için yeryüzünde ayrılmış bir mekandır. Mescidi Aksa, Mescidi Nebevi ve diğer mescidler aynı şekildedir. İtikafa giren insan, mabbetten dışarıya çıkmaz. Artık fena ile/fani olanla bağlantısını kesmiştir. Sadece zaruri ihtiyaçları için -o da defi hacet giderme gibi- dış dünya ile bağlantıya geçer ki bu da aslında dünyanın ne kadar değersiz, ne kadar pespâye bir yer olduğu manasını beraberinde taşır. İtikâfın sahih olabilmesi için i‘tikâfa giren kimsenin cünüplük, hayız ve nifas gibi hallerden temizlenmiş bulunması ve i‘tikâf için niyet etmesi şarttır. İtikâf için bulûğ şart olmayıp ibadet ehliyetine sahip olmak, yani temyiz çağına ulaşmak yeterlidir. Evla olan görüşe göre, Ramazanın içerisinde özellikle de son 10 gününde ve oruçlu iken girmesi sünnet-i kifaye bağlamında sünnet-i müekked kabul edilir. Bu, "Yemeden-içmeden de kesildim, artık bütün varlığımla kendimi Allah'a adadım", demenin bir ifadesidir. İtikaftaki insana eşiyle beraber olması yasaktır. Çünkü itikafa giren insan, dünyanın her türlü oyun, eğlence ve zevkine kendisini kapatmıştır. Tek yöneliş, tek gaye Allah'adır. Konuşmaz itikaftaki insan. Lüzumsuz laf, boş konuşma, lağv'dan uzak durması mü'minin özelliğidir. İtikafa giren insan bilir ki; luzumsuz söz, boş, gereksiz laf, uzayda kaybolup gitmiyor. Kendisine hesap olarak, sorgu olarak geri dönecek... İtikaf, insanı manevi dünyasından koparan dünyanın nimetlerinden, süslerinden, oyun ve eğlencesinden kaçış; bununla beraber insanın kendi özüne, maneviyatına ve insanı insan olarak yaratan Rabb'ine bir yöneliştir. Bugün insanoğlunun belki de en fazla ihtiyacını hissettiği ama ihtiyacını nasıl gidereceği konusunda da bilgisi olmadığı hususlardan bir tanesi olan manevi dünyasına yönelmedir. İtikaf, bir anlamda insanın kendi kendisini terapi etmesidir. İşte insanoğlunu, mükemmel bir varlık olarak yaratan Allah CC., onun, dünya karşısında nasıl davranması gerektiğini ve bu süreç esnasında bazen kendi içine yönelmesinin gerekliliğini de insanoğluna tavsiye etmiş oluyor. Bir mabedin bir köşesinde, yeme içme gibi dünyalık ihtiyaçlardan bile soyutlanarak, eşiyle beraber olmak gibi dünyalık zevklerden de uzaklaşarak, insanın geçmişi ile hesaplaşması, kendisi ile başbaşa kalıp, Rabb'ine yönelmesi, dünyanın fani olduğunun farkına vararak, bekaya adanmışlığının tecessüm etmiş hali, en kestirme yoldur itikaf...
Bir ruhbanlık gösterisi değildir. Belirli bir süre için bulunmuş olduğumuz dünya sahnesinden, belirli bir süreliğine rûhen, zihnen, fiziken ayrılmadır. Gecesi ile gündüzü ile bir tefekkürdür. Maaşı, makamı, ünvanı, rütbeyi, dünyayı her şeyi geride bırakarak kendi varlığımızı, gücümüzün, tahammülümüzün sınırlarını düşünebilmektir. Bir keşif yolculuğudur. Bir anlamda kendimize zaman ayırmaktır. Kaçma, uzaklaşma ile beraber bir dönüş ve yakınlaşmadır.
Nedense itikafın hep süresi, nasıl yapılacağı, konuları üzerinde durulmuş klasik kitaplarımızda... Halbuki nasıl yapılacağından daha ziyade; "niçin yapılması gerektiği?" hususu, bugün çok daha büyük bir önem arz ediyor. İçerisinde bulunmuş olduğumuz çağda, insanoğlunun en büyük handikapı, kendisine vakit ayıramaması olarak gözüküyor. İşte itikaf, 1 gün de olsa, 3 gün, bir hafta, 10 gün de olsa bir anlamda insanın kendine dönmesi, kendine vakit ayırmasıdır. O, seni oyalayıp peşinde koşturan, sürükleyen dünyaya ait bütün fani, gelip geçici olanları arkanda bırakarak, malından, mülkünden, makamından, sosyal statünden, bedeni rahatsızlıklarından sıyrılarak, bütün ruhunla, bütün kalbinle, ona ait olan bir yerde, onun yeryüzündeki evleri diyebileceğimiz bir mabette, sadece ve sadece O'na yönelmektir.
İtikafı anladığımız zaman hayatı da anlayacağımız ve itikafı anlamlandırabildiğimiz müddetçe de hayatımızı da anlamlandırabileceğimizi söyleyebiliriz. Yoksa adına ister, "Teknoloji çağı", "Bilgi çağı", "Bilim çağı", "Uzay çağı", "İletişim çağı" ne dersek diyelim insanı sadece biyolojik ve sosyolojik bir varlık olarak görüp değerlendirmek, insanı hasta etmekten başka bir şeye yaramıyor. Halbuki "insan psikolojisi" dediğimiz şey insanın sahip olmuş olduğu ruhudur. Ruh, kendini var edene, nefha edene, özüne döndükçe mutlu olacak ve ruh yaratılış gayesine, mücadele amacına yaklaştıkça insanı mutlu edecektir. Aksi halde kazanan hep psikolojik danışmanlar, psikiyatristler ve ilaç üreticileri olacaktır. Sağlıklı bir manevi hayatın, hiç yan etkisi olmayan ilacı, senede bir hafta, on gün bile olsa insanın kendi kendini dinlemesi iç alemine yönelmesidir. Kendini dinleyen, varlığının tınısını duyar.