İslami kalvinizm üzerine yazmaya devam ediyoruz. Geçen hafta protestan ahlakının kapitalizmin gelişmesinde oynadığı rol üzerinde dururken, Müslüman-eşya ilişkisinden hareket ederek son yıllarda Anadolu’da yaşanan ekonomik gelişimin, İslamın ve mistik düşüncenin ekonomik ve sosyal gelişmeye engel teşkil ettiği yönündeki bozulan ezberin üzerinde durmuş ve Uzakdoğu ve Türkiye artık gelişip büyüyorsa, Marks’ı, Weber’i ve bizim seçkinci elitlerimizi yanıltan
neydi, nerede yanılmışlardı sorusuyla yazıyı noktalamıştık. Şüphesiz ekonomik ve sosyal anlamda Türkiye gelişiyor, kalkınıyor. 10 yıl öncesine kadar ülkenin hispanik bölgesi muamelesi gören ve servetle, eşyayla pek bağlantısı olmayan Anadolu ve Anadolu insanı bugün sistemin merkezinin yolunu tutmuş durumda. Hatta merkezi zapt u rapt altına da almak üzere. Kalkınmayla, gelişmeyle, merkezde yer almakla bir derdimizin olmadığını öncelikle ifade edelim. Meselemiz, bu gelişimin nasıl gerçekleştiği, hangi dinamikler sayesinde deveran ettiği ve deveran ederken Müslüman şahsiyet üzerindene gibi yan etkiler gösterdiği meselesidir. Meselemiz, küserek (bu vesile ile Alev Alatlı’nın ‘’beyaz türkler küstü’’ adlı son kitabını herkese tavsiye ediyorum.) merkezden çekilen beyaz türklerin boşalttığı alanı doldurmak üzere olan Anadolu insanının, merkezin cazibesine kapılarak beyazlaşma temayülü gösterip göstermediği ve aracı amaç haline getirip getirmediği meselesidir. Doğaldır ki, merkeze oturan, merkezde kendine bir mevkii Edinen aynı zamanda sistem içinde kendine sağlam bir statü de edinmiş olur. Dolayısı ile sistemi savunmakla mükelleftir ve artık statükocudur. Bu manada merkezde kendilerine bir statü edinen Müslümanların dün sistem muhalifi iken bugün statükocu olma noktasına geldiklerini söyleyememiz gerekiyor. Dün öteki iken ve sistemi değiştirmek üzere yola çıkmışken bugün statükocu olma noktasına gelmenin bir izahı var tabiki. Ancak öteki olmak, öteki olarak merkezle savaşmak zordur ve acı veren bir tarafı vardır. Ama kabul etmeliyiz ki, acıyla karışık da olsa insana haklı olmanın verdiği bir tatmin duygusunu da yaşatır. Ama ne ki modern zaman, öteki lehine sonuçlanan savaşların sonunda, muhalif kalmanın hazzını, sistemin önüne serdiği nimetlere tercih ederek, silahını omzuna asıp meydanı terk eden bir kahraman kaydetmemiştir bugüne kadar. Bir savaş verilir, bedeller ödenir… Ancak değişen nedir, ne değişmiştir. Ötekiler mi, merkezciler mi, roller mi..
Neticede ötekiler merkezci, merkezciler öteki olmuştur, ama değişmeyen tek bir şey vardır, sistem. Her şey değişiyor, ama sistem asla. Neden böyledir ve kazanıldığı sanılan savaşlar neden hep kaybedilir? Çünkü insanlara özgürlüklerini bahşettiği iddiasında olan modernizm, muhalifini ürettirmeyecek ve kontrolü dışında üreyeni de dönüştürüp, iğdiş edecek kadar güç sahibi, faşist ve tektipleştirici bir despotizm içeren bir sistemdir. Şairin ifadesi ile bu sözler karanlık sözler ve birçok sayfası atlanarak okunan kitabın tekrar başından başlamak çok da kolay değil. Ezcümle, artık merkeze çok yakın bir yerdeyiz. Tıpkı kalvinistler gibi çok çalışıyoruz, ama J.Calvin’i Protestanların yaptığı gibi biz de dinlemedik, çok çalışıyor ama çok da tüketiyoruz. Sistemi değiştirme iddiasındaydık, mücadelemiz modern kapitalizme eklemlenme tehlikesi ile karşı karşıya. Din en başta bilinç demektir, istikamet demektir. Ancak bilincimizi kaybetme tehlikesi içindeyiz. Merkezde olmak liberal politikaların gereğini ve piyasa ekonomisinin şartlarını bize dayatıyor. Dolayısı ile ekonomik anlamda fazlası ile liberaliz ve piyasa ekonomisi iman tahtamız. Namazımızı aksatmıyoruz, orucumuzu tutup zekatımızı veriyoruz, ama faiz Bizi hiç rahatsız etmiyor. Alev Alatlı’nın ifadesi ile Kalvinizm Dini ve bizi yoksullaştırıyor. Asıl üzerinde durmamız gereken, Marks’ın Weber’in ve Bizim elitlerimizin nerede yanıldıkları değil, kalkınma yolunda koşarken ve merkezin etrafında dolanırken, bizim nasıl yoksullaştığımızdır.