İslam sözcüğü barış anlamına gelen “silm” kökünden gelir. İslam’ın varoluş nedeni, yeryüzünde barışın ve adaletin egemen olmasını sağlamaktır. İslam, savaşı gerektirecek bir durumla karşılaştığı zaman önce krizi barışçı yollarla çözmek ister. Önceliği diplomatik ilişkilere verir. Eğer diplomatik ilişkiler de çözüm olmazsa savaş düşünülür. İslâm sömürü ve zulmü önleme ve insanlığın huzurunu temin etmek için belli bir aşamadan sonra silâhlı mücadeleyi meşrû kabul etmiştir. Bu mücadeleyi de devlet otoritesiyle yerine getirir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamdaki meşruiyetin amacına şöyle işaret edilmiştir: “Eğer Allah insanların bir kısmıyla diğerlerini savuşturmasaydı dünyanın düzeni bozulurdu” (el-Bakara 2/251).
İslâm’da savaş; yayılmacılık güdüsüyle çıkar sağlama ve sömürme amacı ile yapılmaz. Savaş; dine ve inananlara yönelik düşmanca girişimleri bertaraf etme, barış için gerekli ortamın oluşmasını sağlama, bu ortamı bozanlara engel olma, gerekirse cezalandırma ve sonuçta temel hak ve özgürlükleri güvence altına alma amacına yöneliktir. İslam’da meşru sebeplere dayanmayan savaşlar kınanmıştır. Savaşın sebepleri arasında, birey ve toplumların meşru hakları arasında yer alan; can, mal, din, nesil ve akıl emniyetinin ihlal edilmesi sayılır. Elbette bu sebepler içerisine bir toplumu haksız yere doğup büyüdükleri topraklardan tehcire ve sürgüne zorlamak için her türlü baskı ve şiddet eylemini kullanmak da girer. Bugün Siyonist İsrail’in Filistin’de yaptıkları gibi.. Zâlimler bir yerde hâkimiyeti ele geçirdikleri zaman önce bir milletin kimliği olan kültürünü ve ürettiği ürünlerin genetiğini bozarlar. Dolaylı olarak bunlar da geleceğin emanet edileceği genç kuşakların zihin ve biyolojik yapılarını bozar. Zalim yöneticilerin bu eylemlerine Kur’an’da şöyle değinilir: “ Hâkimiyeti ele aldığında ise ülkede bozgunculuk çıkarıp ürünleri ve nesilleri yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 2/205). Değerli yönetmen Semih Kaptanoğlu’nun; ürünlerin, kültürün ve nesillerin genetiğinin nasıl bozulduğunu anlattığı “Buğday” filmi mutlaka gençlerimize izletilmelidir. Hatta orta dereceli okullarda okuyan bütün öğrencilerimize zorunlu olarak izletilmelidir. Geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimiz oynanan oyunların farkında olmalıdırlar.
İslam tarihinde meydana gelen savaşlara baktığımız zaman bu savaşlar geneli itibariyle savunma savaşıdır. Bu konuda Hz. Peygamber’in savaşları incelenmelidir. Evet, Peygamberimiz hem savaş hem rahmet peygamberidir. Bazı İslam sevmezler onun rahmet boyutunu göz ardı ederek sadece savaş peygamberi olarak nitelendirmek suretiyle karalamak istemektedirler. Böyle düşünen zavallılara Prof. Dr. Muhammed Hamidullah hocanın Hz. Peygamberin Savaşları kitabını okumalarını tavsiye ederiz. Hz. Peygamber döneminde İslam yurdu 850 km.den 3. milyon km.ye yayılmıştır. O hayatta iken on yılda yapılan 9 savunma savaşında öldürülen düşman askeri sayısı 236; şehit olan Müslüman sayısı ise toplam: 138 kişidir. Bu da İslam’ın insan hayatına verdiği değeri göstermesi açısından bir örnek değil midir?
İslam, hayatın her alanında “tedricilik ilkesini” izlemiştir. Bu ilke savaşla ilgili hükümlerde de geçerlidir. Müslümanlar Mekke döneminde en acımasız işkencelere ve mahrumiyetlere maruz kalmalarına rağmen savaşa izin verilmemiştir. Çünkü Müslümanlar hem sayısal ve hem de güç anlamında çoğunluk değildi. Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicret etmelerine rağmen müşriklerin hiçbir zaman Müslümanlar üzerindeki baskı ve saldırıları dinmedi. Savaş yasağı hicretten sonra belli bir süre daha sürdürüldü. Ama ne yazık ki, onları Medine’de de olsalar Mekkeli müşrikler yok etmek istediler. İşte bunun üzerine “savaşa izin” verildi. (Hac 22/39). Unutulmasın ki, Müslümanlar hiçbir zaman saldırgan olmadılar. Savunma savaşı yaptılar. Saldırıya uğranılması halinde savaş farz kılınmıştır. Zira İslâm inancını ve Müslüman toplumunu korumak için meşrû savunma hakkının gerektirdiği bir zorunluluktur, savaş..
İslam savaş hukukunda haddi aşmak yasaklanmıştır. (Bakara 2/190). Savaşta düşman askerlerini işkence ve müsle yaparak öldürmek yasaktır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, din adamları ve muharip olmayan kimseler öldürülemez. Hatta fiilen savaşa katılmayan düşman personelinden; aşçılar, hizmetçi ve benzerleri dokunulmaz kişilerdir. Düşman ölüleri parçalanamaz. Esirlerin hayatını korumak önemlidir. Onlara eziyet ve işkence edilemez. İslam’da esirlere “yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin” emri vardır. Esirler karşılıksız (hasbi) doyurulmalıdır. Mabetler korunmuştur.
Sonuç olarak, İslamî bakış açısında savaşta bile temel insan hakları gözetilmiştir. Batı toplumlarında savaşın hukuki kuralları 1864 Cenevre ve 1907 Lahey sözleşmelerinde kabul edilebilmiştir. İslam’da ise, 1400 sene önce bu ilkeler hayata geçirilmiştir. Her ne kadar Batı’da savaşlarda ahlaki ve hukuki ilkelere uyma kabul edilmişse de uyulmuş mudur? Maalesef güçlü devletlerin kendi menfaatlerini hukukun üstünde tutmaları sebebiyle hiçbir zaman uygulanmamıştır. Bu ilkeler ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve İsrail gibi ülkeler açısından kâğıt üzerinde kalmıştır. Kalmaya da devam etmektedir. Bunun en açık örneği Gazze’de işgalci İsrail’in katliamı ve soykırımı karşısında bahsettiğimiz güçlerin sükûta devam etmeleridir. Biz Müslümanlar seyirci tribünlerinden sahaya inmedikçe bu ateş bütün mazlumları ve mağdurları yakmaya devam edecektir. Kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi esastır. Bunu yaparken de bizim şiarımız, adaleti, temel hak ve insani özgürlükleri ihmal etmemek olacaktır.