İslam davası; sabır, kararlılık ve ümitvar olmayı gerektirir

Musab Seyithan

Günümüzde İslam davetçilerinin düşmanları tek başına Kureyş ya da diğer Arap kabileleri değildir. Arap ve Acem olmak üzere, yeryüzünün bütün tağutları; hayata hâkim olmaya çalışan, kamusal, siyasi, hukukî ve ekonomik alanda da varlığını ortaya koymak isteyen İslam’a, topyekûn düşmandır.

Uluslararası kapitalizm, siyonizm, kemalizm, laiklik, masonluk, misyonerlik, bâtınilik ve Sünnet inkârcılığı fitne hareketleri ile karşı karşıyadır İslam davetçileri...

İslam davasının karşısında bu kadar hasımların ve belaların bulunması, zaman zaman “Allah’ın yardımından ümidi kesme” sonucunu doğurmaktadır. Bu duyguya kapılmış olanlar, sonuçta iki şeye yönelirler; ya çabuk hedefe varalım deyip, zafere ulaşacaklarını sandıkları yanlış usulleri kullanarak hem kendilerine hem de cemaatlerine zarar verirler. Ya da toplumdan kopup, evlerinde veya mescitlerinde inzivaya çekilirler. Bunların her ikisi de tehlikelidir ve İslam davası için bir kayıptır. (Bkz: Abdülhamid Bilali, Arınma Yolu, s.204, Şafak Yay.)

İslam davası aceleye getirilecek kadar sığ ve hedefe hemen ulaşılacak kadar kısa bir yol değildir. Bu yol hem uzun, hem dikenli ve sarp kayalıklarla engellenen bir yoldur. Bu yolda mesafe katetmek; sabır, metanet, azim, kararlılık ve ümitvar olmayı gerektirir. Bu yolda hedefe ulaşmak için bedel ödemek sünnetullah gereğidir. Bu yola “Tatlısu Müslümanlığı” veya Necip Fazıl üstadın ifadesiyle “Marka Müslümanlığı” ile gidilmez. Gidilirse yarı yolda dökülmeler başlar. “Namazımıza, orucumuza, zekâtımıza… karışan mı vardı? Durup dururken ağrımaz başımızı ağrıya sokuyoruz. Kör olası hanede evlâd-ı ıyal var. Benden buraya kadar” diye seslerin yükselerek sosyal aktivitelerde yer almak istemeyenlerin kopmalarının başladığına şahit olursunuz. Bu yolda dökülmemek için acılarla yaşamayı, mutluluk haline getirmek gerekir. İmam Şafii’ye “Allah’ın bir kişiyi muktedir kılması mı daha faziletlidir, yoksa bela ile imtihan etmesi mi?” diye sorulunca, şöyle cevap verir: “Hiç kimse bela ile imtihan olunmadan muktedir kılınmaz. Allah’ın selamı üzerlerine olsun, Yüce Mevla; Nuh’u, İbrahim’i, Musa’yı, İsa’yı ve Muhammed’i bela ile imtihana tabi tutmuştur. Sabredince de onları muktedir kılmıştır. Hiç kimse kesinlikle acı çekmeden kurtulacağını zannetmesin.(İbni Kayyım el-Cevzi, el-Fevaid, s.269)

Peygamberlerin ve onların izinden giden İslam davası erlerinin çeşitli belalarla karşılaşmaları, metotlarının yanlışlığından dolayı değildir. Eğer Allah onları bu eziyetlerden korumak isteseydi korurdu. Çünkü Allah onlara karşı şefkat ve merhametlidir. Fakat Yüce Allah böyle yapmadı, onları bu şekilde çeşitli eziyet ve işkencelere tabi tutulmalarına izin verdi. (Mustafa Meşhur, Tariku’d-Dave, s.66). Çünkü Hakk’ın hâkim kılınması, bâtılın yok edilmesi için, Hakk taraftarlarının küfre yaranmamaları ve dik duruşlu bir konumda bulunmaları, bedel ödemeyi gerektiriyordu. Bu kuralı Allah böyle koymuştu.

Nitekim K.Kerim’de Hakk yolun yolcularına bu hatırlatmalar şöyle yapılmaktadır: Andolsun ki Biz kendilerinden öncekileri de denemiş, imtihana tabi tutmuşken, insanlar ‘İnandık’ deyince imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? (29/Ankebut:2).

Rabbin, her türlü eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah uğrunda savaşan ve sabreden kimselerle beraberdir.” (16/Nahl: 110).

Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk, sıkıntı/baskı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki mü’minler “Allah’ın yardımı ne zaman?” dediler. Bilesiniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara: 214).

Bu ayetler, İslam davasını üstlenenlerin işin başında “belâlara, sıkıntılara, baskı ve yıldırmalara maruz kalmadan zafere ulaşılamayacağı” inancı içinde olmalıdır.

Bu davayı hedefe ulaştırma çabası içinde aceleye de yer yoktur. Bir gün Habbab b. Eret (r.a.) Mekke’de işkenceye uğrayıp eziyet gördükten sonra şikâyet etmek için Rasûlullah (s.a.v.)’ın yanına geldi. Rasûlullah Kâbe’nin gölgesinde kaftanını yastık ederek sırtını dayamış oturuyordu.

Habbab: “Ya Rasûlallah! Bizim için Allah’tan zafer isteyemez misin? Bunların zulmünden kurtulmamız için Allah’a dua edemez misin?” diye sordu.

Rasülullah (s.a.v.) ise şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetler içerisinde öyle mazlum kişi bulunmuştur ki, müşrikler tarafından onun için yerde çukur kazılır ve boğazına kadar çukura gömülürdü. Sonra bir testere getirilir. Başı üstüne konularak ikiye bölünürdü de bu işkence o mü’mini dininden döndüremezdi. Bir başkasına da, demir taraklarla etleri kemiklerinden ayrılana kadar taranarak işkence edilirdi. Fakat bu, o mü’mini dininden çeviremezdi. Allah’a yemin ederim ki, şu İslam dini muhakkak surette tamamlanacaktır. Öyle ki, bir atlı Sana’dan Hadramût’a kadar selametle gidecek ve Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.(Buhari, Tecrid-i Sarih Terc., 9/302, H.No:1473).

Bu hadis de gösteriyor ki, çeşitli işkence ve sıkıntılara rağmen sabırla, acele etmeden, ümitsizliğe de düşmeden emin adımlarla hedefe doğru yol alınmalıdır. Şunu da unutmamak gerekir ki, İslâmî mücadele süreci içinde bulunan bir Mü’min, her halükârda kazançlıdır. Çünkü bu mücadeleyi yürütürken maruz kaldığı sıkıntılara sabır gösterirse günahlarına keffaret olur, mücadele esnasında şehid edilirse, Peygamberlikten sonra en büyük makama erişmiş olur. Mücadele neticesi zafere ulaşırsa dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerden olur. Onun için Mü’minin hiçbir hayırlı ameli boşuna değildir. Kaldı ki, Yüce Allah’ın bizden sonuca ulaşmayı değil, bu uğurda faaliyet içinde olmayı istemesi de ayrı bir gerçektir. Allahu Teâlâ bize “Neden zafere ulaşmadınız?” diye sormayacaktır. “Zafere ulaşmak için hangi eylemlerin oldu, ne işler, projeler, faaliyetler ortaya koydunuz?” diye soracaktır.

Hesabımızı buna göre yapıp ümitvâr olmalıyız, “İnşaallah istikbal inkılâbâtında en gür sedâ, İslam’ın sedâsı olacaktır.” Sefer bizden, zafer Allah’tandır.