İşin başı İslam, direği namaz, doruğu cihaddır

Musab Seyithan

Muaz b. Cebel (r.a) anlatıyor: Bir seferde Rasûlullah ile beraberdim. Yolda yürürken yanına yakın oldum. Hemen kendisine:

-Ya Rasûlallah! Bana, beni cennete girdirecek, cehennemden uzaklaştıracak bir amel öğret dedim.

-Çok büyük bir şey istiyorsun. Ancak bu, Allah’ın, kendine kolay kıldığı kişiye pek kolaydır. Hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca Allah’a kulluk edersin. Namazını dosdoğru kılarsın. Zekâtı verirsin. Ramazan orucunu tutarsın. Kâbe’yi haccedersin” buyurdu ve ilave etti:

“Dikkat et. Şimdi sana hayır kapılarını haber vereceğim: Oruç kalkandır. Sadaka, suyun ateşi söndürmesi gibi günahın azabını söndürür. Kişinin gece yarısı kıldığı namaz da günahı söndürür.”

Bundan sonra Rasûlullah (sav); “Onlar geceleyin (ibadet etmek için) yataklarından kalkarlar. Korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler. Verdiğimiz rızıklardan da karşılıksız yardım ederler. Yaptıkları bütün bu güzel işler karşılığında onlar için göz ve gönül aydınlığı olacak hangi sürpriz nimetlerin saklı tutulduğunu hiç kimse hayal bile edemez.” (32/Secde:16-17) ayetini okudu.

Daha sonra Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

-Sana bütün işlerin başını, ana direğini ve doruk noktasını bildireyim mi? Ben de:

-Evet, bildiriniz ya Rasûlallah! dedim.

-İŞİN BAŞI İSLAM, DİREĞİ NAMAZ, DORUĞU CİHADDIR, buyurdu. Sonra:

-Sana bütün bunların kıvamının kendisine bağlı olduğu şeyi/can damarını bildireyim mi? dedi.

-Bildir ya Rasûlallah! dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber dilini tuttu. Ve:

-Şunu koru! buyurdu. Ben de:

-Ya Rasûlallah! Biz konuştuklarımızdan sorgulanacak mıyız? dedim.

-Annen yokluğuna yansın ey Muaz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen ancak dillerin ürettikleridir” buyurdu. (Tirmizi, İman, 8).

Hadisimizin kısaca bize verdiği mesaj şudur: “Dünya ve ahiret mutluluğu için İslam bizim hayatımızın merkezinde olmalıdır. Hayatımızda İslam temel esas kabul edilmedikçe toplum ve ümmet yapısını sağlıklı bir şekilde ayakta tutmak mümkün değildir.”

Rasûlullah (sav), namazın dinin direği olduğunu bildirmesine rağmen, “Namazı, dinin direği olarak milletin başına bela ettiler” diyen ilerici hocalar gördük maalesef.

Fakat kim ne derse desin Gaye İnsan, Ufuk Peygamber Nebiyyi Muhterem (sav); “İşin başı İslam, direği namaz, doruğu cihaddır” diyorsa gerisi hezeyandır/saçmalamaktır.

Şu bilinmelidir ki fikrî, siyasî, ekonomik ve ahlakî kargaşayı ve anarşiyi bütün boyutlarıyla ortadan kaldıracak en gerçekçi reçete İslam’dır. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Bugün de yarın da aynı olacaktır. Eğer bugün dünya sulh ve sükûn istiyorsa İslam’a dünden daha muhtaçtır. Savaşlara son verip dünyaya barış getirmek için kurulan Birleşmiş Milletlerin halini ve siyonist vahşetine karşı gösterdiği aczi görüyoruz. Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1 Eylülü "Dünya Barış Günü" olarak ilan etti ve yarım yüzyıldır bu gün dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Fakat bunca çaba ve kutlamalara rağmen dünya barış yüzü görmemiştir, bu gidişle göreceğe de benzemiyor.

Dünya Sağlık Örgütünün 2001 yılındaki "Global Launch Of the World Report on violence and Health" başlıklı raporunda şiddete ve savaşlara dikkat çekilerek şöyle deniliyor: "Şiddet bütün dünyanın gündeminde ve rahatsızlık veriyor. Dünyanın her yerinde günde ortalama 4 bin 400 kişi, yılda 1,6 milyon kişi şiddet yüzünden ölüyor. Milyonlarca insan ise bu savaşlardan çeşitli şekillerde zarar görüyor." Bu rakamlar şimdi daha da katlanarak artmıştır.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun Haziran 1948'de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948'de, BM Genel Kurulu'nun Paris'te yapılan 183. oturumunda kabul edilen 30 maddelik bildiridir. Bu beyanname, başta hayat hakkı, insanca yaşama, din ve ibadet hürriyeti ve ifade özgürlüğü gibi insan haklarını garanti altına alır. Fakat Batılılar, bu insan haklarını ancak kendilerine, bir de İsrail’e layık görürler.

Mesela hemen hemen bütün Batı ülkelerinde yahudi soykırımını inkâr ederseniz bunun bir cezası vardır. Yahudilere hakaret ederseniz bunun da bir cezası vardır. Kiliseye giden hristiyanlara pedofili diyemezsiniz, bu hakaret sayılır ve bir cezası vardır. Eşcinsel ya da lezbiyenlere hakaret edemezsiniz, bunu ayrımcılık kabul ederler ve bunun da bir cezası vardır. Fakat “Müslümanlardan nefret ediyorum ve onların peygamberine küfrediyorum” derseniz bu, onlara göre ifade özgürlüğüdür.

Bugün siyonist İsrail’in Gazze’de yaptığı vahşeti, cahiliye döneminde, başını Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in çektiği azılı İslam düşmanları yapmadı. Onların vahşeti bunlarınkinin yanında yüzde bire ancak tekabül eder. O kâfirler, bu kâfirler gibi bebekleri öldürmediler. Büyük adamları öldürdüler. Ama bu siyonist kâfirler bugün bebekleri özellikle hedef alıyorlar. Hatta “Hiç acımayın, bugün bebek diye gördükleriniz, yarın savaşçı olacak, ‘yarınki savaşçıyı öldürüyorum’ niyetiyle öldürün” diyorlar.

Spot cümlemizi tekrar hatırlatalım; söz konusu İslam ve Müslümanlar olursa bütün insan hakları yerle bir edilir. Bin bir suratlı Batılılar bu hakları ancak kendilerine layık görürler. Yüce Allah onların Müslümanlara takınacakları tavrın nasıl olacağını Hayat Kitabımızda şöyle beyan buyuruyor:

Onların yolunu takip etmedikçe Yahudiler ve Hıristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır.” (2/Bakara:120).

İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, onlar sizi sevmezler… Size karşı kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. De ki: ‘kininizle geberin!’… Eğer bir iyilikle karşılaşırsanız bu onları üzer; başınıza bir kötülük gelince de sevinirler.(3Âl-i İmran:119-120).

Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir antlaşma. Bunlar işte böyle haddi aşan kimselerdir.” (9/Tevbe:10). Bu son ayet, kâfirlerin Mü’minlere karşı biç bir hukuk gözetmeyeceklerini açıkça beyan ediyor. Gazze, küresel müstekbir kâfirlerin böyle olduklarını deşifre etti. Kabul ettikleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesindeki maddeleri, acıkınca helvadan yaptıkları putlarını yiyen ilkel müşrikler gibi yediler.

Bu vahşete son vermek için dünya, üstün değerler sistemi olan İslam ortak paydasında buluşmak zorundadır. İslam’ın gelişiyle, yıllar boyu savaşmış, birbirleriyle kanlı bıçaklı olan Evs ve Hazrec kabileleri birbirleriyle kucaklaşmışlardır. Değişik ırk ve milliyetlere mensup insanlar, İslam ile kaynaşıp yeni ufuklara yönelmişlerdir.

İslâm’da savaşın asıl hedefi, insanları öldürmek, ganimet kazanmak, yeryüzünü tahrip etmek değil; aksine, zulmü yok etmek, gayrimüslimler için hidayete giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Bunun içindir ki İslâm; sömürme, emperyalist tutku­lar ve sırf devlet toprağını genişletme hevesine yönelik sa­vaş anlayışını kesinlikle reddeder. (Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1993, X/5)

Müslümanlar istemediği hâlde düşmanla savaş durumu ortaya çıkmış olsa bile, dinin emri olduğu için kesin olarak kadınları, çocukları, yaşlıları, özürlüleri, din adamlarını ve hatta savaşta aktif görev almayan sivil erkekleri öldürmemişler, katliam ve soykırım yapmamışlardır. Netice itiba­riyle, İslâm’da barış esastır, savaş ise arzu edilmeyen ârızî bir durumdur.

İşte sosyal güvenlik ve barış için her kesimin uzlaşması gereken İslam’ın ortaya koyduğu bu üst değerler olmadan yapay, yerel veya ulusal bazı değer yargılarıyla problemleri çözmeye çalışmak, tek kelimeyle boşuna yorulmak, kanserli hastayı pudralayarak tedavi etmek demektir. Unutmayalım ki, çökmek üzere olan her toplumu yeniden diriltecek olan soluk, İslam’ın soluğudur. Gerisi lâf u güzaf.