Ülkemiz ve dünya bugün çok önemli bir dönemeçte. Ülkeler karışıyor, dengeler değişiyor, uluslararası güç mücadelesi bütün kesafetiyle devam ediyor. Toplumun büyük kesimi, yani işinde gücünde insanlar, tablonun sadece sokağa ve eylemlere yansıyan kısmına bakıyor, arkadaki büyük resmi anlamakta sıkıntı çekiyor. Terör olaylarını, kitlesel kalkışmaları ‘yüzeysel’ bir biçimde değerlendiriyor.
Gün geçmiyor ki bir terör eylemi yapılmasın; toplum rahatsız edilmesin; yaygın bir şekilde kullanılan ‘nefret’ söylemi toplumumuzu ve insanımızı rencide etmesin. Bunu sadece ülkemizde değil, başka coğrafyalarda da görüyoruz. Bir tarafta Uygur Türklerine yapılan işkence, şiddet ve sindirme faaliyetleri ve Cemaat-i İslam yöneticilerine verilen idam kararları, diğer tarafta Avrupa’nın farklı ülke ve kentlerinde cami yakma, Müslümanlara karşı sistematik baskı ve korkutma eylemleri. Hatta bazen ‘sigaya çekme’ operasyonu oyun kurucu aktörlere de yapılıyor. Bu hengâmede ‘ne oluyoruz’, ‘neler oluyor’ deme ihtiyacı hissediyoruz.
Gelişmeleri değerlendirirken, genel ilkemizden ayrılmadan, ‘fikirleri’ tartışalım, ‘olayları’ ve ‘kişileri’ başkaları konuşsun. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının 100. yılını henüz tamamladığımız, Çanakkale Savaşı’nın bir asrı tamamlamasına ramak kala küresel düzeyde yeni bir güç paylaşımı çağında olduğumuzu düşünüyorum.
Ortadoğu, Türk dünyası ve Balkan üçgeninin tam da kesişme noktasında yer alan Türkiye’nin içeriden ve dışarıdan bir kısım ‘aktörler’ ve ‘piyonlar’ eliyle ‘terbiye’ edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bir hafta içinde İstanbul’da iki terör eylemi gerçekleştirildi; ikisi de DHKP-C militanları tarafından. PKK’nın kontrol altına alınmaya başlandığını düşündüğümüz bir dönemde ‘bu defa DHKP-C verelim’ dediler. Onları alana ‘sürdüler’.
Tam da seçim sath-ı mailine girildiği bir dönemde ve YSK’nın seçim takvimi açıklama anına denk geldi. ‘Denk’ getirildi. Putin’in Türkiye ziyareti ve ‘sıcak’ açıklamalarının akabinde. Gülen hakkında yakalama kararı çıkarılıp, hakkında Kırmızı Bülten düzenlenme aşamasında. Çözüm Süreci Yol Haritasına ulaşıldığı günlerde.
Sisi rejimini tanımayan Katar geçtiğimiz günlerde terbiye edildi. Petrol fiyatları ve diğer diplomatik mekanizmalarla sıkıştırılması neticesinde pes etmek zorunda kaldı. Sisi’yi tanıdı. Ertesi gün El- Cezire muhabirlerine ‘yeniden yargılanma’ kararı çıkarıldı.
Türkiye ‘diretiyor’. Uluslararası sistemi eleştiriyor. Birleşmiş Milletleri sorguluyor. Doğrudan ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya’yı hedef alıyor. Uluslararası sisteme direnen Rusya ile yakınlaşıyor. Bölgemizde olup-bitenlere bigâne kalmayacağını deklare ediyor.
IŞİD türü ‘senaryolarla’ uzunca bir süredir kendi kamuoylarını genelde Müslümanlara özelde de Türklere karşı ‘hazırladılar’. ‘Yerli’ işbirlikçileri bunlara ‘MİT Tırları’, Halkbank, Kobani türü olaylarla birtakım gerekçeler sağladı.
Avrupa’daki olaylar İsveç, Norveç gibi güya ılımlı ülkelere sıçradı. Bunlar da ‘Müslümanları Avrupa’dan atma’ teranesine takıldılar. Topyekûn bir mücadele var. Uluslararası şirketler, kuruluşlar hatta STK’lar bile devrede. Alman Vakıfları, Soros’un Enstitüleri ve İnsan Hakları kuruluşları sahada.
İslam düşmanlığını, ciddi ölçüde, bu ülkelerdeki ekonomik durgunluk tetikliyor. Kötü niyetlilere malzeme sağlıyor. Kamuoyunu hazırlıyor. Batılılar bencildir, sadece kendilerini düşünürler. Bugüne kadar yapmaya tenezzül etmedikleri işleri ‘yabancılara’, yani ‘Müslümanlara’ bırakıyorlardı. Ekonomik kriz şartlarında o işlere razı olur hale geldiler. Ama aynı işe talip olan yabancılarla rekabet edecek durumda da değiller. O nedenle kamuoyuna pompalanan ırkçılık virüsüne dört elle sarılıyorlar.
Geçtiğimiz gün Fransa bir medya organına yapılan saldırıyla sarsıldı. Fransa’da da hedefin belli olduğunu ifade etmeye gerek bile yok: Müslümanlar, yabancılar. Katliamı yapanların Müslüman olmasının ya da olmamasının bir önemi yok. ‘Olağan’ şüpheli zaten belli.
Niçin Fransa? Niçin bugün? Fransa farklı tercihleri bir arada tutmakla övünen bir ülke. Tarihte hem en barbar çatışmaların hem de insan hakları ile ilgili temel metinlerin üretildiği bir coğrafya. Daha doğrusu kanlı çatışma ve katliamlarından ders çıkardıklarını ve bir daha yaşanmaması için gerekli tedbirleri aldıklarını ifade eden bir ülke.
Son dönemlerde bağımsız Filistin devletini tanıdı. Suriye ve Kobani olaylarında IŞİD’in gerçek yüzünü gördüğünü hissettiren bir ülke. Türkiye ile neredeyse birebir aynı düşünüyor. Saldırılar tesadüf olabilir mi? IŞİD’in unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde, böyle bir saldırıyı nasıl açıklamak gerekiyor? Bunlar üzerinde kafa yorulması gereken sorular.
Saldırıyı duyunca yaptığım ilk şey, kimlerin hangi tezlere ve açıklamalara ‘sarıldığı’na bakmak oldu. Belli medya kuruluşları ve siyasetçiler hemen yaftayı yapıştırdılar. Muhtemelen teröristleri ‘cesaretlendirenler’ de onlar.
Peki, bizler ne yapmalıyız? Türkiye neler yapmalı? Terörün kelime anlamının korkutmak, yani temel amacı insanlarda ve sistemlerde korku iklimi oluşturmak olduğunu düşündüğümüzde en doğru şeyin buna prim vermemek olduğunu biliyoruz. Fransız halkı korkutularak olağan-dışı refleksler vermesi isteniyor. Türkiye’de da aynı oyun oynanıyor.
Korkarsak ve korkuya dayalı reflekslerimizi ön plana çıkarırsak tam da teröristlerin istediği şeyi yapmış oluruz.
Türkiye, yaptığı şeyleri yapmaya devam etmeli. Türkiye ne zaman bir küresel güç olur, o zaman oyunları boşa çıkarır. 2023 Vizyonu önemli. Kendimize güven daha da önemli.
Muhtaç olduğumuz her şey bizde mevcut.