Irak Şehirleri Alev Alev

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Dârusselam/barış yurdu olan Bağdat’a 1984 yılının Şubat ayında gitmiştim. İran-Irak savaşı devam ediyordu, bütün hızıyla. Buna rağmen Bağdat, canlı, ihtişamlı ve kendisine insanları çeken bir medeniyet şehrimizdi. Savaş bütün hızıyla devam etmiş olsa da, henüz Bağdat’ta etkisini göstermiyordu. Tâ ki, birinci ve ikinci körfez savaşına kadar…

Geçen yıl yine yolumuz Bağdat’a düşecekti. Merak ediyordum, Bağdat’ı. Acaba nasıl bir manzara ile karşılaşacağım, diye.. Uçağımız yaklaşık iki saat elli dakika sonra Bağdat hava alanına teker koydu.  Hava alanında ins cin top atıyordu.  Bizden başka kimse de yoktu. Sadece hava alanında emekliye ayrıldığını zannettiğim Irak hava yollarına ait bir uçak görünüyordu.

Şehre girişte sonradan yapıldığı belli olan beton duvarlar dikkatimizi çekiyordu. Adım başı, yollarda oluşturulan kontrol noktaları, trafiği daha da keşmekeş hale getiriyordu. Otellerin etrafı, Azamiye, Kazımiye ve Geylaniye gibi tarihi ve dini yapıların çevresi de beton duvarlarla çevrilmiş, polis kontrolünden geçtikten sonra ancak bu mahallere girmek mümkün oluyordu. Bütün bunlar güvenlik sorununun hala yaşandığını gösteriyordu.

 Otuz sene önce gördüğüm Bağdat’tan bugün bir eser kalmamıştı. Neredeyse, çağdaş Hulagular’ın metruk bıraktığı Bağdat, eski Hulagu’nun yıktığı Bağdat’tan farkı yoktu. Yıkılmış binalar, çöp birikintilerinden dolayı kokmuş sokaklar, taşımacılıkta kullanılan bizim yıllar öncesinin  üç tekerlekli arçelikleri, eski model minibüsler.. Hatta at arabaları.. Fakirlik diz boyu. Taksiler, İran üretimi.  Bindiğimiz taksici, Irak’ı yönetenlerin ister Şii isterse Sünni olsun hepsi hırsız, kendi ceplerine çalışıyor, diyordu. Otuz senedir bu ülkeye bir çivi bile çakmadılar. Petrol gelirlerini halkla hakkaniyet ölçülerinde paylaştırmıyorlar,  diyor.  Taksicinin dediği gibi Bağdat sokakları işsizler ordusuyla doluydu. Dilencilerden geçilmiyordu. Yanımızda Irak’lı arkadaşlar vardı. Yemek yemek için lokanta demeye bin şahit ister bir yerin önünde hep birlikte masanın çevresine oturduk. Yemek geldi. Bir taraftan sinekler ve bir taraftan da yoksul insanlar hücum etti. Yemeği paylaşmak istiyorlardı. Sanırım lokantanın özel görevlileriydi onları uzaklaştırmaya çalışanlar. Hatta ben dayanamadım, ekmek arası bir şey uzatmak istedim, verdirmediler. Sonra baktım artan yemekleri yiyorlardı. Rahat bir şekilde şehri gezmek zordu.

Öte yandan, her köşede Şiiliği sembolize eden üzerinde Lebbeyk Ya Huseyin, Lebbeyk Ya İmam Ali afişleri.. Artık Bağdat, dini açıdan da başka bir renk almaya başlamış. Bürokraside çalışanlar bu düşünceyle paralellik arz eder bir konum kazanmış. Sünniler,  devlet bürokrasisinden uzaklaştırılmış. Mezhepçilik derin bir sorun haline gelmiş, Irak’ta.

Artık yoksulluk dizboyu. Mezhepçi politikalar da karın doyurmayınca Irak halkı mevcut yönetime karşı eylem halinde, bugün.  Ölümüne yürüyorlar. Çünkü bıçak kemiğe dayanmış. Kaybedecekleri bir şey kalmamış.. Hani Wictor Hugo, “aç insan inançlarını yer” diyordu ya!.  Bugün insanlar Irak şehirlerinde her türlü yolsuzluğa, yoksulluğa, adaletsizliğe, elektrik ve su kesintilerine… Kısaca kötü yönetim biçimine başkaldırmış durumda. Halbuki Irak, zengin petrol yataklarına sahip ama her ülkeye giren emperyalistlerin yaptığı gibi Amerikan emperyalizmi de Irak’ın petrollerine el koymuş durumda. Amerika’nın girdiği bir ülke ne zaman kendine gelmiş? Irak bir elli sene geriye gitmiş ve üçe bölünmüş.. Toparlanması çok zor. Amerikan işgalleriyle birlikte ülkede düzen bozulmuş. Tamamen İran’ın insafına terkedilmiş durumda..

Başta Bağdat olmak üzere diğer Irak şehirleri alev alev,  toz duman içinde.. Dicle, o kadar coşkulu akmıyor,  artık..  Irak ne zaman bağımsızlığını elde ederse o zaman normale dönecek.  İşte o zaman Bağdat, medeniyetimizin ihtişamlı dönemlerindeki durumuna kavuşacaktır. Bu da çok zaman alacağa benziyor. Umarım, toparlanmak kısa sürer..