Modern çağ, ileri teknoloji, muasır medeniyet. Adını ne koyarsanız koyun pratikte içi boş, arkası boş isimlendirmeler olarak elimizde kalıyor. İlerleme insan için değil, insana rağmen gerçekleştiriliyor. Hatta insan sömürülerek. Mezkûr söylemler, hâkim güçlerin masalları olarak bütün dünyada anlatılıp duruyor. Kimse de çıkıp “siz böyle sözler ediyorsunuz ama sonuç hiç öyle gözükmüyor” demiyor, diyemiyor. Kapitalizmi üretenler, emperyalizmi içten içe yürütenler, dini, suçluyor, geleneği suçluyor, insani değerlere sahip çıkanları suçluyor, daha da ileri gidiyorlar ve Tanrı’yı suçluyorlar.
Nietzche “Tanrı öldü” derken aslında insanlığı öldürmek isteyenlere bir özgürlük alanı açtığını biliyor muydu acaba? Batıda gelişen hiçbir şey tesadüfen değil, bilinçli olarak hakikatle savaşlarının bir gereği olarak ortaya çıkarılıyor. Tanrı katilleri, tahttaki kralın ve kilisenin gücünü kırdıktan sonra, şimdi de aile reisini itibarsızlaştırma sürecinin sonuna geldiler. Artık evlerde babaların da iradesi yıkılmış durumda.
Evet ülkeler gelişiyor, şehirler ışıklar içinde, yollar geniş ve intizamlı. Ancak bir kısım insanlar arka sokaklarda, kenar mahallerde yaşamak için top yekûn çalışıyorlar ama sağlıklarından, insanlık onurlarından ediliyorlar. Artık göçler köyden şehre, değil, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya yapılıyor. Gurbette köksüz yaşamak zorunda kalan insanlar her türlü gayri ahlaki duruma açık hale geliyor. Gençlik, uyuşturucuyla, fuhuşla ve birçok illegal işlerle uçurumun kenarında yaşıyor. Kimileri sahte şeyhlerin, kimileri yasa dışı örgütlerin, kimileri ise organ mafyalarının, fuhuş çetelerinin elinde çarçur olup gidiyor. Sadece gençler değil, artık çocuklar bile bu saydıklarımızın elinde bir acayip geleceğin yolcuları halinde yitip gidiyorlar. Birçoğunun geleceği bile olmuyor.
Gazetelerin üçüncü sayfaları, televizyon ekranları, sosyal medya hesapları, vahşetin fotoğraflarıyla, felaketin haberleriyle, tecavüzün sergileriyle, evlerimizin odalarında arz-ı endam edip duruyor. Yeni nesil dünyayı böyle algılıyor, böyle görüyor ve böyle yaşanacak sanıyor. İnsanlığı maymuna çevirdiler, dövmeli adamlar, piercingli kadınlar, kırmızı saçlı kızlar, sarı sakallı oğlanlar kendilerini bu şekilde ifade edeceklerine inanıyorlar. Genç giyimli nineler, top sakallı dedeler ve onlara saygı duymayan ahfadıyla bir tür hayat oyunu oynuyorlar. Ama kimse mutlu değil, kimse huzurlu değil, kimse memnun değil. Bir tür özgürlük bataklığına saplanıp kalmışlar.
“Tesettür” diyorsun, “bu çağda mı?” diyorlar. “Saygı” diyorsun, “onlar dedemin zamanındaydı” diyorlar. “Din iman” diyorsun “örümcek kafalısın” diyorlar. Hayasız, saygısız, dinsiz imansız bir hayat olabilir mi? Oluyor, oluyor da işte böyle oluyor. Hayasızlar, namusu, terbiyesizler saygıyı, inançsızlar dini suçlayarak, çağı akladıklarını sanıyorlar. Oysa her platformda olumsuz bir yaşam bir kanalizasyon gibi akıp duruyor.
Taşların bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bir yer oldu koca dünya. Kuran’ın “Onların çoğu inanmaz” dediği insanların içinde kaybolup giden azı arıyoruz. O az mutlaka bulunmalı, kendine getirilmeli ve ayağa kaldırılmalı. İnsanlığa kast eden bu batıl zihniyetin gücü kırılmalı, akışı durdurulmalı, yükselişi sona erdirilmeli. Bu da anca azın içinden çıkacak büyük ruhun başarabileceği bir iştir.
Kalabalığa karışırsak biz de kaybolacağız. Oturup bir iman tazelemeli, bir muhasebe yapmalı, bir envanter çıkarmalıyız. Görkemli camilerimiz, sayısıyla övündüğümüz hafızlarımız, yüzlerce milyonlarca cemaatimiz var. Kâbe'de, Ravza’da, Kudüs’te dualar ediyoruz. Dua, ilk bakışta Allah’tan istemek gibi görünse de samimiyeti, gayreti ve iradeyi gerektiren bir kavramdır. Kul, duasının arkasında durmalı, gereği için çalışmalı ve sonra tevekkül etmelidir. Dua dilde kalırsa, kalbe inmezse, eyleme dönüşmezse hiçbir sonuç vermez. İşte bu akameti yaşıyoruz.
Onlar elbette yıkıcı olacaklar, biz imar etmekten geri durursak, işte o zaman dünya virane olur. Onlar elbette hayasızlığı yayacaklar, biz bununla savaşmazsak, işte dünya o zaman çıplaklar kampına döner. Onlar elbette şeytanın yolunu seçecekler, biz Hakk’ı tutup kaldırmazsak, işte o zaman adaletsizlik dünyayı bir kaos meydanına çevirir. Bugün her yerde zuhur eden zulüm işte bu cephelerdeki ihmallerimizden doğuyor. Bir araya gelemeyişimiz, birlik olamayışımız bizi paramparça ediyor. İşte bu yüzden Filistin’e, Suriye’ye, Irak’a ve bütün mazlumların diyarlarına çaresizce bakıyoruz.
Önce düşüncemizi değiştirmeliyiz. Heidegger’in şu sözünü iyi bir süzgeçten geçirelim: “Tehlikeye ne kadar yaklaşırsak, koruyucu güce giden yollar o kadar parlak biçimde ışıldamaya başlar ve biz o kadar soruşturucu hale geliriz. Çünkü soruşturma düşüncenin dindarlığıdır.” Artık çağı soruşturmaya açma vaktimiz geldi.
Sevgiyle kalın.