İslâm inanç sisteminde fiiller, yaratma bakımından Allah’a, seçme bakımından insana nispet edilmiştir. Kur’ân’da geçen pek çok âyette insanın, iman ve küfür gibi fiilleri kendi kararıyla tercih ettiğine değinilir. Mesela bir âyette, “Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” (83/Mutaffifin 14) buyrulur. İşte muannit kâfirlerin bilinçli olarak işledikleri günahları yüzünden kalplerinin üzerini kir ve pas bağlamış, bu durum onların kalplerinin küfürle mühürlenmesini beraberinde getirmiştir. Kalpler insanların bilinçli günahları yüzünden öylesine katılaşır ki, bir kaya gibi, hatta ondan daha sert bir taş gibi olur. Günahkârların kalplerini katılaştıran bizatihi Yüce Allah değil, kalp gibi değerli bir emaneti inkârın karanlığında öldüren insanların kendisidir.
Hesaplaşma gününde şeytan, putlar ve küfür önderleri, vesile olmanın dışında insanları mutlak anlamda saptırdıkları suçlamalarını reddedeceklerdir. Çünkü insan cüz’i iradesini onların emrine vermedikçe hiçbirinin insanlar üzerinde mutlak bir yaptırım gücü yoktur. (Bkz. 50/Kaf 27). Kur’ân’da anlatılan kıssalarda da bu fikir doğrulanmaktadır. Yüce Allah, Semud toplumuna doğru yolu göstermek için Hz. Salih’i gönderdiği halde, onların çoğu hidayete karşılık küfrü tercih etmişlerdir. (41/Fussilet 17-18). Hâlbuki Rabbimiz, Kitap indirerek, Peygamber göndererek, akıl vererek, kâinata ve insanın kendi varlığına binlerce delil yerleştirerek kullarına doğru yolu göstermiştir. Bundan sonra, doğru yola tabi olup olmamak insanın tercihidir: “Gerçek, Rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (18/Kehf 29). İnsan küfrü seçerse, Allah onda küfür fiilini yaratır, o da sapar. İnsan imanı seçerse, Allah onda iman fiilini yaratır. O da hidayete ulaşır. Nitekim Nisâ sûresinin 155. âyetinde kâfirlerin kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır. Yûsuf sûresinin 105. âyetinde de kâfirlerin yer ve göklerde mevcut olup Allah’ın varlık ve birliğini gösteren nice delili görmemek için yüzlerini çevirip geçtikleri ifade edilmiş, böylece kalplerin mühürlenmesinin manasına, sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tutulmuştur. Şu hadis-i şerif de konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir: “Mümin bir günah işlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşur. Kul tövbe eder, günahı terk eder ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve arttırırsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler. Allah’ın ‘Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.’ (83/Mutaffifin 14) buyruğundaki “karartma”dan maksat budur.”
Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî hakikat, insanların kurtuluşunun kendi irade ve istekleriyle gönüllerini İslâm’a açmalarına bağlanmıştır. Hakikate ulaşmada kolaylaştırılan bütün imkânlara rağmen eğer insan, şuurlu bir şekilde inkârcılığı seçiyorsa, ne kadar anlatılırsa anlatılsın fayda vermeyecektir. Elbette bizler, buna rağmen, hatırlatmanın kime fayda verip vermeyeceğine bakmadan, mütemadiyen hakikati anlatmaya devam edeceğiz.
Sonuç olarak, insanların kaybedenlerden olmalarına ve azap görmelerine yol açan günahları işleten, onları buna mecbur bırakan Allah değildir. Onlara irade, tercih, güç gibi imkânları ve kabiliyetleri veren Allah’tır. Bunları O’nun rızası veya gazabı yönünde kullanan ise insandır. Dünyadan göçüp giderken insanın elinde ya cennetin anahtarı ya da cehennemin ateşi vardır. Bunları o kesbetmiş, kazanmıştır. Dünya hayatı, sermayesi ömür olan bir ticarettir, bunlar da kulun elde ettiği kazanç veya uğradığı zarardır. Dolayısıyla mutlak manada Âdil olan Yüce Allah’ı her türlü haksızlık eyleminden tenzih ederiz: “Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilik de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.”(4/Nisa 40).