12 Eylül 1980’de yapılan Kenan Evren cuntasının darbesiyle, 1982’de yürürlüğe giren ve daha sonraki sivil hükümetlerce “Darbe Anayasası” olarak nitelendirilip değiştirilmesi sıkça gündeme getirilen “Anayasa değişikliği teklifi” tekrar siyaset gündeminde. 1982’de bir deli kuyuya bir taş attı, 42 yıldır kırk akıllı hâlâ çıkaramadı. Her iktidar kendi siyasi ve ideolojik anlayışına göre bazı maddelerini değiştirerek yamalı bir bohçaya çevirdiler. Yiğit ve cesur bir iktidar çıkıp da “Arkadaşlar! Bu anayasa bir darbe anayasasıdır. Bunu toptan ilga edip yerine sıfırdan yeni, sivil bir Anayasa yapacağız” diye Meclise bir teklif getirerek “Kabul edenler? Kabul etmeyenler? Darbe anayasasının ilga edilmesi üçte iki çoğunlukla kabul edilmiştir. Yerine altı ay içerisinde yeni bir sivil Anayasa yapılacaktır” diyememiştir.
Bir döneme kadar askeri vesayetten çekinerek böyle cesur çıkışlar yapılmamış olabilir. Ama bu vesayetin kaldırılıp 12 Eylül cuntacılarının yargılanarak mahkûm edilmesinden sonra bile ürkek tavırlarla cuntacıların ilk dört madde ile ilgili koydukları “Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diyerek tabulaştırıp dogmalaştırdıkları maddelere sahip çıkılmaktadır. Bu tür maddeler ancak dikta yönetimlerin Anayasalarında bulunur. Demokrasiyi seçen ve onun ilkelerine bağlı olduklarını söyleyen ülkelerde bu tür maddeler ve 5816 sayılı koruma kanunları bulunmaz. Bunların bulunması demokrasi adına bir züldür, yüz karasıdır.
Anayasa değişikliğinin gündeme oturduğu bu süreçte HÜDA PAR’ın cesur bir çıkış yaparak “Anayasanın değiştirilemez denilen dördüncü maddesi değiştirilmeli ve diğer maddeler de ona göre değerlendirilmelidir” deyince, halkın kendilerini muhafazakâr dindar bildiği iktidar partisi ile onu destekleyen ve kendilerini milliyetçi olarak nitelendiren MHP’den sert tepki görmesi anlaşılır gibi değildir. Demokrasi iddianızda samimi iseniz, insan yapımı her kanun üzerinde tartışma açarsınız, her grup fikrini dile getirir, sonunda oylama ile kabul veya reddedersiniz. Yoksa demokrasi senin tabulaştırdıklarına karşı fikir geliştirenleri azarlama sistemi değildir. Demokrasi, farklılıklara tahammül sistemidir.
Ne diyor ilk dört madde?
“Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı "İstiklal Marşı"dır. Başkenti Ankara'dır.
Madde 4 – Anayasanın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hükümle, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Mesela bu maddelerdeki Atatürk milliyetçiliği, laiklik, resmi dilin Türkçe olması ve başkentin Ankara oluşu neden tartışılmasın? CHP’nin altı ok olarak benimsediği Atatürkçülüğün, Türkiye’de açtığı manevi tahribatları bilmeyen mi var? Şapka giymediği için asılanlar, ezanın aslının 18 sene susturulması, camilerin ahır yapılması, Şerî hukukun ilgası, Kur’an eğitiminin yasaklanması, öğretenlerin karakollarda jandarma dipçiğinden geçirilmesi, öğretmekte ısrar edenlerin Konya’da olduğu gibi meydanlarda asılması, kamusal alanda dinin sembollerinin yasaklanması, resmi dairelerde mescit açılmasının laikliğe aykırı oluşu… gibi zulümleri Atatürkçülük ve laiklik adına tatmayan mı var?
Ben buradan iktidara ve MHP’ye çok samimi olarak seslenmek istiyorum. Resmi ideolojinin sübliminal mesaj olarak bizim şuuraltımıza işlediği saplantıların etkisinden kurtarıp elimizi vicdanımıza koyarak, kalbimizdeki imanın sesine kulak vererek, objektif ve ilmî kıstaslarla, olaylara soğukkanlılıkla bakarak yaklaşalım:
Resmi dil konusunda neden sadece Türkçe’de ısrar ediliyor? Diller konusunda Hayat Kitabımız Kur’an şöyle buyurur: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması yine O'nun varlığının delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için dersler vardır.” (30/Rum:22). Yüce Allah, dillerimizin farklılığını kendi varlığının delillerinden saymıştır. Yoksa farklı dili konuşmak ayrışma ve ötekileştirme nedeni değildir. Bu anlamda hiçbir dilin de kutsallığı yoktur.
Anayasadaki bu “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilmez”leri hararetle savunan Cumhuriyetin tosuncukları, Batıya hayrandırlar. Ama şu anda birçok Batı ülkesinde birden fazla resmi dil vardır. Mesela Belçika’nın üç resmi dili mevcuttur. Bunlar Felemenkçe, Fransızca ve Almancadır. Avusturya’nın resmi dili Almancadır. Ancak Macarca, Hırvatça ve Slovence de resmi olarak kabul görür. Elin gâvuru bu erdemi gösterebiliyor da biz mi gösteremeyeceğiz? Türkiye’de en çok konuşulan üç dili biz resmi dil olarak kabul edemez miyiz? Bir zamanlar Kürtçe türkü söyleyenler hapse atılıyordu, şimdi TRT Şeş 24 saat Kürtçe yayın yapıyor. Bütün tabular yıkılıp o günler de gelecek inşallah.
Laiklik konusuna gelince; bunun İslamî bakımdan ne anlama geldiğini her fırsatta dile getirdim. Ama yeri gelmişken tekrar hatırlatacağım: Şunu bilin ki insanlar artık elleriyle yaptıkları putlara kurbanlar keserek tapmıyorlar. Bu, ilkel bir şirktir. Bugünkü şirk, “ilkesel”dir. Artık “ilkeler” putlaştırılıyor. Allah’ın ilkelerine, karşı ilkeler icat ederek Allah’a ortaklar koşuluyor. Allah bazı işlere karıştırılıp, bazı işlere karıştırılmıyor. İşte Tevhid ehli Müslüman “Allah’ı her işine karıştırandır.” Çağdaş müşrik de “Allah’ı bazı işlerine karıştırıp bazı işlerine karıştırmayandır.” Müşrikin anlayışında Allah hayata müdahale etmez. Buna da laiklik denir. Yani laik dünya görüşünde Allah hayata müdahale ettirilmez.
İşte bütün türevleriyle laiklik, en masum tanımıyla “Din işlerini, devlet işlerinden ayırmaktır.” Yani dinin başını gövdesinden koparmaktır. Bu da Allah’ı, devlet işlerine yani parlamentoya, kışlaya, mahkemeye ve bakanlıklara müdahale ettirmemektir. Dini sadece namaz, oruç, hac, zekât, sadaka ve tespihten ibaret hale getirmektir. Onun için lâdinîlik olan laikliği, “Atatürk laikliği, 28 Şubat laikliği, Fransa laikliği, Amerika laikliği…” gibi değişik adlandırmalar yaparak masumlaştıramazsınız. Bütün türevleriyle laik anlayışın ortak paydası, dini devlet işlerinden ayırmaktır. Bu ilke de “Din işi ayrı dünya işi ayrıdır. Dini devlet işlerine karıştırma, Allah’ı bu işlere karıştırma” şeklinde sübliminal sloganlar halinde millete dayatılmıştır. Şartlandırma yoluyla şuur altına yerleştirilmiştir. Bugün dinî alt yapısı olmayan gelenekçiler de, milliyetçiler de, kemalistler de, sosyalistler de, deistler de, ateistler de hep aynı sloganları kullanırlar.
Bu gerçek ortada iken hangi iman sahibi bir Müslüman laikliğe “dokundurtmam” diyerek sahip çıkabilir? Eğer laikliğin tanımını, “Laiklik; din ve vicdan hürriyetidir. Herkesin dinini seçme özgürlüğüne sahip olmasıdır. Hiçbir kimse ve hiçbir makam laikliği bunun dışında anlayamaz, yorumlayamaz ve uygulayamaz” diye yaparak Anayasaya korsan buna itirazımız olmaz. Tanımı yapılmadan, çerçeve bir kavram olarak Anayasada yer alırsa her iktidar, kendi inanç ve ilkeleri doğrultusunda bu çerçevenin içini dolduruyor ve devlet dairelerinde, okullarda mescit açılmasını laikliğe aykırı buluyor, mecliste İslam referanslı kanun teklifi verdirilmiyor, namaz kılan ordu mensuplarını ordudan atıyor, başörtüsüyle kamusal alanda yer alamazsın diyor… Bütün bunları Türkiye çok acı bir şekilde yaşamıştır.
Onun için diyoruz ki, yapacaksanız, gücünüz yetiyorsa, yüreğiniz varsa adam gibi bir sivil Anayasa yapın. “Biz teşebbüs ederiz de, CHP ne der?”in hesabını yapar da “Allah ne der”i hesaba katmazsanız, bırakın kalsın. Allah’ın izniyle bir gün bir grup Molla Kasım çıkar, onu da yapar. Bilmem anlatabildim mi?