İnsan kendine hüsrandır
Konuştuklarımı ve yazdıklarımı önüme çıkaran Rabbime hamdü senalar olsun!
Zaman zaman sendeliyor, kaçmak için nedenler ve bahaneler arıyor olsam da şu cümleyi ömrümce tekrarlamaktır niyetim: ”Kim bana ne yapıyorsa yapsın, söylersen söylesin, ben kendime yakışanı yapmakla, söylemekle mükellefim.” Ne zaman bu ölçüden uzaklaşsam apaçık bir üzüntünün, hırsın, öfkenin, yanlışın içinde buluyorum kendimi. Vicdanım sızlıyor.
Yıllar önce ayırdına varmıştım; insanoğlunun en kolay yaptığı, suçu bir başkasının üzerine yıkmaktı. Biraz daha makul olanlar ise, o söylemeseydi, ben de söylemezdim, o vurmasaydı, ben de vurmazdım diyor. Hep bir hesabın içinde olmaktır bu… Aslında ve gerçekte insanın tek hesabı olmalı, merhamet. Aradan merhameti çekip aldıktan sonra, bütün afili cümleler, davranışlar, bize yalnızca o an, evet, evet haklısın benzeri ancak gönlümüzde kabul etmediğimiz suni kabuller sunmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Özgünlüğümüzü, hadi daha artistik bir tanımla, özgürlüğümüzü korumakla anne-babamızı, eşimizi, evladımızı, dostlarımızı kırmamızın, incitmemizin hiçbir ilintisi olmadığına inanıyorum. Az söyleriz, çok söyleriz, susarız, asıl olan merhametle söylemek, merhametle davranmaktır. Annesinin mezarı başında hüngür hüngür ağlayanları bazen gerçekten anlamam. Ağlamaya karşı olduğumdan değildir bu. Annem benden razı ölmüş ise ağlamamı değil, onun hoşnut olacağı işler yapmamı istediğini düşünürüm. Annemim mezarı başında gözümden yaşlar akmıyor değil; bu istemsiz bir durum, onun yokluğunu, onun merhametini arıyor… Gözyaşlarıma engel olamıyorum. Ancak hayatın devam ettiğini, fazla değil iki saat sonra oturup yemek yiyeceğimi, çay içip hayatıma devam edeceğimi de bildiğim için annemin mezarı başından ayrılırken, “Kocaman, ben gidip biraz dolaşıp, geleyim” diyorum.
Birileri hiç mi suçlu değil, hiç mi hata yapmıyor. Tabii ki de bunu söylemiyorum. Herkes kendi ölçeğinde hata yapıyor, suç işliyor, günaha giriyor. Ancak yine biliyoruz ki bir başkasının hatası, suçu, günahı son tahlilde bizi bağlamıyor. ( Şimdi tutup sorumlu olduğumuz insanlar bahsine girmeyelim…) Hatayı, suçu, günahı yok sayalım da demiyorum. Bazen sabrederek görmemeyi, bazen şefkatle sırtını okşamayı, bazen tatlı sert kaş çatmayı deneyebiliriz. Hele de günlük ilişkilerimizde, ikide bir, Emr-i bil-maruf nehy-i ani’l-münker’i dile getirmemiz, merhametsizliğimizi, nobranlığımızı örtmekten başka bir şey değildir.
Haklı çıkmak için ne kadar da yoruluyoruz. Garip ve manasız bulabilirsiniz, ne zaman haklı çıkmak için “gayret” göstermişsem vardığım yerde bulduğum vicdanımın sızısı olmuştur. Haklı çıkmak gayretimin nefsi olduğunu, nefsimin de beni yanılttığını görmüşümdür. Sözlerimden kimse pay çıkarmasın, kendime yazıyor, sizlerle paylaşıyorum. Hem ki haklı ile haksızı ayıran, hesap tutan bir Rabbimiz varken, bizlerin bu dünyada bunca hesap tutmasını da yanlış bulduğumu söylemek isterim. Bütün alacaklarımızı alalım, mağdur edildiğimiz bütün hesapları soralım, kim bizim ayağımıza başmışsa biz de onun ayağına basalım… Oh ne güzel. Peki, ahirete hangi hesabımız kalacak. Bir tek eksik yaptığımız ibadetlerin hesabımı. Bütün insanlıktan alacağımızı alıp, vereceğimizi vermemiz mümkün mü? Değil elbet. Hocalarım beni bağışlasın, ancak merhametli ve adil olur ve Rabbimizin de bir hesabı olduğunu unutmadan yaşarsak, umulur ki Rabbimiz bize hep olduğu gibi merhamette ve ihsanda bulunacak, bizi bu âlemde de öbür âlemde de gözetecektir.
Ne kadar istesek de mümkün olmayacak olan, “bu dünyada da kendi hesabımızı kendimiz görmek” isteği rızaya da uygun değildir. Bu söylemimle sorumsuzluğu, ilgisizliği, vurdumduymazlığı savunuyor değilim. Yerine göre tabii ki hakkımızı savunacak, yerine göre sözümüzü de söyleyeceğiz. Ancak bizleri ve ucu bucağına aklımızın yetmediği bir kâinatı var eden Rabbimiz, bizlerin arasındaki çekişmelerden de, kıskaçlıklardan da, gıybetten de, hatadan da, haklı haksızdan da elbette ki haberdardır. Bize düşeni yaptıktan sonra “gerçek hesabı”, mecbur kaldığımız için değil, gönül rızamız ile bütün hesapların sahibi Rabbimize bıraktığımız oluyor mu hiç. Herkes kendi adına cevaplasın isterim.
İçimizdeki korkuların, ezikliğin, utançların, yenilmişliklerin, hınçların, hırlamaların, murdarlığın, kurnazlıkların, yalanın, öfkenin, utanmazlığın, iğvanın farkında değil miyiz gerçekten. Sular seller gibi yaptığımız gıybeti, süslü cümlelerle örttüğümüz kıskançlıkları, açık ve gizli riyalarımızı, gerçekte başımızı önümüze eğecek günahlarımızı unutup, başkalarıyla uğraşmak bizi asla kurtarmayacak, bizi daha pis bir karanlığa çekecektir. Küçümseyişlerimiz ibret almadığımızın yüzümüze yansımadır. Düşüncem budur. Az önce söylediklerime gelmeden, daha basit, anlık bir hatamızı bile, kuvvetli delillerle savunan bizler değil miyiz? Dilimiz aklın dili, doğrunun değil.
Rahmetli Selahattin Şimşek ağabey, şöyle derdi: “Çalışkan öğrenci sınıfını geçer, bunu bilmek içinde kâhin olmaya gerek yok.” Ben de son zamanlarda, daha çok kendime, şöyle diyorum: “Tuz yalarsan, susayacaksın. Bunu bilmek de zekâ gerektirmiyor.” Tuz yalıyor ve susuyoruz.
Yaşlıların yaşlısı, bilge öykücü Gardi Geç şöyle söylüyor: “Bir insanın, hangi kaderi gerçekleştirmek için dünyaya getirilmişse onu en iyi biçimde gerçekleştirmesi duaların en doğrusu, en iyisidir.”
Karanlıkta, tek başımıza bir odada, çölde, dağda… Her nerede olursak olalım bizi gören bir Rabbimizin olmasının yanında her zaman bir tanık vardır: Kendimiz! Suyun saflığı, içinde durduğu kabın pahasına bağlı değildir.
İnsan; ailesine, çevresine, dostlarına olduğundan çok ve hepsinden önce kendine hüsrandır.
Allah esirgeyen ve bağışlayandır.