İnsanların bir tuhaf varlıklar olduğunu hep düşünmüştü. Mevkii, makam, para, pul, sonradan görme, yoksulluk, çaresizlik… vb. sebeplerin insan davranışlarına etkisini hep aklına takmış, sorgulamış, kendince irdelemiş sebep-sonuç ilişkisi kurmaya çalışmıştı ama bu kadar eni-konu düşünmesine sebep yeni tanık olduklarıydı. Yadırgayıp, kınamak gibi bir fikre de kapılmamıştı. Yaşamak için çalışmak ve kazanmak gerektiği gerçeğine saygısı da tamdı. Ancak yine de “illa kazanmak, her halükarda kazanmak, başkalarına verdiği zararları göz ardı ederek kazanmak…” kendisi için kabullenilir değildi. Tanıklık ettiği son olaylara yaklaşımındaki “bu kadar da olmaz” dedirten neden de, zaten bu her şeyi kabullenemeyen yanından besleniyordu.
Çalıştığı kurumun idareci yetkisine sahip olan mesai arkadaşının tutumu son zamanlarda dikkatini çeker olmuştu. Makam-mevki ve insan üzerindeki etkilerini irdelemeye uygun bir laboratuarda olduğunun da farkına varmasına, o dikkat çekici davranışlar nedendi. Şu an için bile henüz çok genç olan idarecisinin, daha da genç iken yani medeni hukuka göre rüştünü ispat etmiş ama doğal süreç gereği kişiliği henüz oturmamışken başına getirildiği işin ruhuna uygun olan; “abi bakarız.., sen dert etme..., hallederiz.., ya öyle mi yapmış.., gereği mutlaka yapılır… “ şeklindeki -tümünü yapacağına kendinin bile muktedir olmadığını bildiği, ancak işin kimyası gereği “yaparız” demek zorunda kaldığı- rollere açık bir pozisyonda, “kişiliksizleşmesi” ni seyretmek için çok uygun bir yerdeydi. Gözleme dayalı merakına neden olanların hiçbiri; birini suçlama, aşağılama muradı taşımıyordu. Sadece, koşullar ve bu koşullar altındaki insan davranışlarına dair gözlem yapma arzusundaydı. Zaman zaman gülüyor olsa da çoğunlukla ciddi bir görüntü maskesiyle dolaşan, tarafsız görünmeye çalışsa da zararı dokunabileceğini düşündüğü biri karşısında; munis, espri yüklü, senli-benli ve oldukça samimi konuşabilen… ancak, tehdit ve tehlike yönüyle etkisiz olan birine karşı ise, son derece resmi ve hatta onun, içten tebessümüne dahi oldukça ciddi tavırla karşılık veren bir idareci olduğunu fark etti.
Oh, ne güzel!..
Tam aradığı da bu değil miydi zaten!..
İzlemeye koyuldu. Yanılmamıştı! İdarecisinin, gerçekten habis bir ur gibi davrandığını görebiliyordu. Kemoterapi verildiğinde ya da şua sonrası siniyor, sair vakitlerde oldukça cevval davranıyordu. Mahiyetinde olan ama etkisiz birinin gözyaşı dökmesinde hiç mi hiçbir sakınca görmüyor ancak dişli birinin kaşlarının çatılmış olmasından bile kendi nam-ı hesabına kaygılara düşüyordu. Allahın selamını rükûya eğilerek aldığı var iken, verilen selamı -verenin gücünü düşünerek- almadığı bile oluyordu. Tam bir zavallı ve ne yazık ki, zayıf karakterin tüm vasıflarını omzuna yüklemiş bir görüntüsü vardı. Mümkün olsa da kendi kendisini izleyebilse; doğrusu, tiksinirdi. Yapmacık kahkahası duvarlarda yankılanır olduğunda, bu gür kahkahada sohbetine iştirak edenin gücü hakimken, çatık kaşların egemen olduğu anlarda ise yanında tevazu-u ilke etmiş birinin var olduğu şüphe götürmez bir hakikatti. Gülerdi, latife yapardı, kızgın olurdu ama tüm bu sergilediği durumlardaki içtenliği yanında bulunana göre değişebilirdi. Olmayınca, olmadığını yani kişilik oturmayınca; erdemin husule gelmediği çok açıktı.
Vardığı kanaat şu oldu;
İnsan, konumu ne olursa olsun, erdem denen yüce duygudan mahrum olarak yaşamaya en uygun varlık…
Bu uygun oluşu tersine çevirmenin iksiri insan ruhunda mukim.
Hadi, artık!..