Bir faniye sormuşlar “Hayat nicedir?” Cevap vermiş; “Hayat bir bilmecedir. Attığın her adım hece, çözene gündüz, çözemeyene gece.” Buhranları sevinçleri elemleri ile işte böyle bir hayat kuşatıyor bizi. Elimizden kayan, bir buzun erimesi gibi kayıp gidiveren bir hayat. Oysa zamansız bir gidiş olacak yaşayacağımız. Kervan gidenlerin ardından devam edecek ve bu yolculuk hiç bitmeyecek.
Zaman böylesine kayıverirken avuçlarımızdan, dünyadan ayrılma ihtimalimizi kendimizden hep uzak tutuyoruz. Bundandır ki gaflet rüzgârı efil efil esiyor ruhumuzda… Sonra hayatın gerçek manasını idrak edemiyoruz. Hep isteyen doymayan algılayamayan bir ben oluyoruz benliğin kavgasında.
Hüküm sahibi olmak istiyoruz. Sesimizi yükseltiyoruz, ama çağrımız hiçbir şeye yetmiyor. Güçlü olmak istiyoruz; ancak her şey karşısında aciz ve güçsüz kalıyoruz. Gençliğimiz bir tutku oluyor o da kayıp gidiyor elimizden. Yaşlılığımızı durduramıyoruz. Hasta olmaya, sevdiklerimizin rahatsızlanmasına engel olamıyoruz.
Yani kırılma noktası bizim için dünya ama anlamıyoruz. Dünya tüm renkleri ile cezp etmeye devam ediyor.
O Halde neden dünyada insan?
Dünya hayatının gerçek manasını neden sorgulamaz?
Nedir bu anlam varlıklı mı olmak yoksa fakir mi olmak?
Bir zenginin dünyada bulunma gerekçesi sadece varlığına varlık katmak mı?
İnsanın dünyada karşılaştığı hiçbir tablo onun burada bulunma gerekçesini değiştirmiyor. Herkes hayatını bir şekilde ve bir başına yaşıyor.
Garip olan da şu ki: Ölümle yolculuğumuzun sona ermeyeceğine inansak bile yine de dünyadan ayrılmak istemiyoruz. Rabbimiz dünyayı imtihan için dizayn ettiği halde biz imtihan için yokuz dünyada. Oysa yaşantımızla, hayata bakışımızla ya kazanacak ya da kaybedeceğiz bu alemi.
Bütün bu zaman yolculuğumuz, istek ve arzularımız, ölümler ve kavuşmalarımız bu imtihanın bir parçası.
Nedir o zaman bu kaybediş?
İnat… Hırs…
Neden görmez insan
Kabir haşir ve ebed olanı ?