Gelişmemiş ya da az gelişmiş toplumlar, kişilerin etrafında halkalanıp onun iki dudağı arasından çıkana mahkûm olurken, gelişmiş toplumlar ise, ilkeler etrafında halkalanır ve o ilkeler doğrultusunda hareket ederler.
Rasûlullah (sav), ahirete irtihal edince, haberi duyan Hz. Ömer “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum” diye kılıcını çekmişti. Hz. Ebu Bekir geldi, Peygamberimizin yüzünü açtı ve “Ya Rasûlallah! Ne güzel yaşadın ne güzel öldün” dedi ve alnından öptü. Sonra sahabeye dönerek “Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (3/Âl-i İmran:144) ayetini okudu ve “Kim Muhammed’e tapıyorsa o ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa O, hayyün lâ yemûttur/diridir ölmez” dedi. Bu ayeti duyan Hz. Ömer “Sanki ayet yeni iniyormuş gibi geldi bana. Eğer Ebu Bekir olmasaydı ben helâk olmuştum” sözünü üç kere tekrar etti. İşte insan, çok sevdiği birini kaybedince şoka girerek ağzından çıkanı kulağı duymaz. Hz. Ömer bu refleksi göstermiştir. Soğukkanlılığını kaybetmeyen ve her canlının fani olduğunu, vakti gelince gideceğini, Peygamberimize hitabeden “Sen öleceksin, onlar da ölecek” (39/Zümer:30) ayetinin bilinciyle, peygamber de olsalar insanların ölümlü ama getirdikleri ilkelerin baki olduğunu Hz. Ebu Bekir, bu tavrıyla ortaya koymuştur. Çünkü İslam’da kişiler fani, ilkeler bakidir. Rasûlullah görevini tamamlayıp ilahi sistemi gönüllere ve hayata hâkim kıldıktan sonra sahabeyi o ilkelerle baş başa bırakıp Rabbine kavuşmuştur.
Biz, Rasûlullah’ı malımızdan, anamızdan, babamızdan hatta canımızdan daha çok severiz. Çünkü bizler “Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür” (33/Ahzab:6) ayetine inanmış insanlarız. Fakat peygamber sevgisi, Allah’ın sevgisinin başladığı yerde biter. Ama Hristiyanlar Hz. İsa’yı o kadar çok sevdiler ki ona bir türlü insanlığı uygun görmediler, ilahlaştırarak “Rab İsa” dediler. Görüldüğü gibi, Allah’ın verdiği kıymete kanaat etmeyip sevgide aşı gitmek de insanı şirke düşürmektedir.
İşte kişi merkezli hareket eden toplumlar, zaman içinde o kişiyi kutsayıp ilahlaştırırlar. Bunun tipik örneğini kemalizmde ve Hristiyanlıkta açıkça görmekteyiz. Cumhuriyet kurulduktan sonra kemalizmi ihdas edenler, cumhuriyetin bânisini ilahlaştırmışlardır.
Hristiyanlar kişiyi kutsallaştırır. Müslümanlar ise ilkeler etrafında halkalanır. Hristiyanlar Hz. İsa’yı ilahlaştırmıştır ve onun doğum gününü takvim başlangıcı yapmıştır. Müslümanlar ise cemaatten devlete geçişin dönüm noktası olan hicreti, takvim başlangıcı olarak kabul etmiştir. Bu uygulamadan da anlıyoruz ki, Hristiyanlık kişi merkezli, İslam ise ilke merkezli bir dindir.
Kemalizmin, kişiyi ilahlaştırmasına gelince: “Belgelerle Gerçek Tarih” sitesinde “Atatürk’ü Tanrılaştırma Temayülü” başlığında şu ifadelere yer veriliyor: “M. Kemal Atatürk tenkit edildiğinde neredeyse bütün Atatürkçüler, kendilerine ezberletilen yanlışların etkisiyle küfür ve hakaret içeren sözlerle saldırıyorlar. Çünkü M. Kemal’i mekteplerde “insanüstü” bir varlık olarak tanıdılar… Sürekli Atatürk şiirleri okudular, resmi dairelerde Atatürk resimleri, meydanlarda Atatürk heykelleri, stadyumlarda Atatürk posterleri gördüler, televizyonda Atatürk meddahlarını izlediler. Nerede anlamlı bir söz varsa, ona ait olmasa bile altında “Kemal Atatürk” imzası gördüler. M. Kemal’in yaptıklarını hiç sorgulayamadılar, hiç eleştiremediler, şüpheyle bakmaya fırsatları dahi olmadı. Nereye baksalar hep Atatürk’ü gördüler. Atatürk, Atatürk, Atatürk… Böyle bir ortamda yetişen bir insanın Atatürk konusunda sağlıklı bir değerlendirme yapabilmesine imkân var mı? Bu beyin yıkama seanslarından beyni hasar görmemiş olanların sayısı maalesef çok azdır. Bu da yetmezmiş gibi, bir de “5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkardılar. Siz hiç dünyada kendi milletine karşı korunan bir lider gördünüz mü? Bir şeyler saklanıyor ki koruma altına alıyorlar. Peki, M. Kemal neden bu kadar yüceltiliyor? Bu sorunun cevabını Doç. Dr. Fikret Başkaya’dan alalım:
“Yüceltme, mistifikasyon/esrarengizleştirme/anlaşılmasını güçleştirme yaratmak içindir. Böylelikle tarihsel olaylar çarpıtılmak istenir. Tarihsel olayları çarpıtmaktan amaç da, sınıfsal çıkarları gizlemektir. Tarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin arkasına gizlenmek ekseri başvurulan bir yoldur. Bir Osmanlı Paşa’sını yarı-ilâh durumuna getirenler, elbette bunu boşuna yapmadılar. Sınıfsal çıkarların bir gereği olarak, Mustafa Kemal’i putlaştırdılar. Aslında Paşa’nın putlaştırılmasının nedeni, başarılan şeylerin büyüklüğünden çok, emekçi kitlelerden gizlenmesi gerekenin öneminden kaynaklanıyordu.” (Doç. Dr. Fikret Başkaya Paradigmanın İflası, Doz Yay., İstanbul 1991, sayfa 87.)
Evet, M. Kemal putlaştırıldı, hatta Türkler için yeni bir “Amentü” bile yazıldı. Ne enteresandır ki, “Türkün Amentüsü”nü “Sâfi” imzasıyla kaleme alan Munis Tekinalp aslında bir yahudiydi, üstelik bir hahamın oğluydu. Munis Tekinalp ismi de takmadır. Gerçek ismi ise “Moiz Kohen”dir. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Munis_Tekinalp)
İşte bir yahudi hahamın oğlu Moiz Kohen’in Türkler için yazdığı “Türkün Yeni Amentüsü”:
“Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahit analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın en sevgili kulu olduğuna, kalbimin bütün hulûsiyle şehadet eylerim.”
Yusuf Ziya Ortaç, “Atatürk’e Ekber!” diye şiir yazmıştır:
“Atatürk Ekber! Atatürk Ekber! Ancak O var: Atatürk!
Evliya odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk,
Tarihe hâkim, zekâya önder, doğma serdar Atatürk,
Bunları geçti insan büyüğü: Kendi kadar Atatürk!” (Yusuf Ziya Ortaç (1933), derleyen Behçet Necatigil, Atatürk Şiirleri, Türk Dil Kurumu Yayınları 1963.)
Aka Gündüz’ün şu yazdıklarına ne demeli?:
“Atatürk’ün tapkınıyız!… Her şeyde Atatürk, Yerde O! Gökte O! Denizde O! varda O! yokta O! her şeyde O! Atatürk!… Yerdedir, göktedir, sudadır, alandadır, diktedir, pusudadır. Görünmezi görür! Bilinmezi bilir! Duyulmazı duyar! Sezilmezi sezer, ezilmezi ezer! Her şeyde Atatürk! Elimizi yüzümüze, gönlümüzü özümüze kapıyoruz. Biz sana tapıyoruz! Biz sana tapıyoruz!… Varsın, Teksin, Yaratansın! Sana bağlanmayanlar utansın!” (Ulus Gazetesi, 4 Aralık 1934.)
Osman Nuri Çerman ise, “Dinimizde Reform: Kemalizm” adlı dergide (haşa), “Atatürk’ün Nutukları Kur’an’a aykırı olmadığı için Kur’an gibi kutsaldır” başlığı altında şunları yazıyor:
“Atmosferde rüzgâr, denizlerde dalgalar, akarsularda çağlayanlar, Arz’da volkanlar ve lavlar, nasıl bir Tanrı kudretiyse, vatan kurtaran Atatürk’ün ağzından çıkan sözler de bir Tanrı buyruğudur. Türkçe Kur’an okur gibi, onu da oku!.. Tekrar oku ve herkese okut!.. Öğret!.. Anlat… Yaz, yazdır, yay, yayınla!.. Kutsal kitapların ruhundan ayrı olmayan kemalizm prensipleri, vatansever Türk’ün inanı, ibadeti, medeniyeti, istiklali ve istikbalidir!..” (Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm, sayı 24, İstanbul, Ocak 1959, sayfa 23.)
İlhami Bekir; “İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa, toprağın haritasını çizdi bayrağa; Allah değil, o yazdı alın yazımızı.” derken; Vasfi Mahir Kocatürk de: “Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti. Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.” demiştir.
İşte insanoğlu, Vahyin atmosferinden uzak ortamlarda yetişir ve sevgide aşırı giderse varacağı yer; Hristiyanlar ve kemalistlerde olduğu gibi, peygamberini ve liderini ilahlaştırmaktır. Hâlbuki kişiler fani, ilkeler bakidir.