Son günlerde başta orman yangınları ve sel felaketleri olmak üzere insan kaynaklı afetlerin aşırı derecede arttığını hepimiz gözlüyoruz.
İnsanla tabiat arasındaki ilişki maalesef bozuldu. Kendisine emanet olarak verilen tabiatı fıtrata uygun biçimde kullanmıyor insan.
Çevreye verilen zarar bizlere iklim değişikliği ve felaket olarak geri dönüyor. Ormanların, tabii kaynakların kullanımı konusunda iyi şeyler olmuyor.
Başlangıçta gelişmiş ülkeler buna sebebiyet verdiler. Sanayileşmeyi herhangi bir çevre duyarlılığı olmadan gerçekleştirdiler. Ancak son 50 yıldır bu ülkeler peyderpey çevre ile iyi ilişkiler kurma yönünde çok önemli mesafeler kaydettiler.
Öte yandan, çevreye zarar veren, katma değeri düşük üretim kalemlerini üçüncü dünya olarak nitelendirdikleri gelişmekte olan ülkeler aktardılar.
Bu ülkeler 1980’den itibaren taşeron firmalar üzerinden ‘kirli üretim’ işini devraldılar. Gelişmiş ekonomiler ise katma değeri yüksek, çevreye duyarlı sanal ekonomilere yöneldiler.
Üzülerek söylememiz gerekiyor ki Türkiye son dönemlerde atılan birtakım adımlara rağmen çevre ile ilişkilerini tam ve sağlıklı bir düzleme oturtabilmiş değil.
Önceki hükümet döneminde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adına İklim Değişikliği ibaresinin eklenmesi bir aşama idi.
Ama yeterli olduğunu söylemek mümkün değil.
Geçtiğimiz yıl Akdeniz ve Ege bölgelerinde çok büyük orman yangınları gerçekleşti.
Karadeniz bölgesi başta olmak üzere sel felaketleri yaşadık.
Sıcaklık ve soğuk rekorları kırılıyor.
40 – 50 yıl öncesini hatırlayan herkes eskiden kar yağış miktarlarından dem vurur, şimdilerde bunun gerçekleşmediğini söyler.
Doğrudur; iklimler değişiyor, mevsimler kayıyor.
Bu kaymanın sebebiyet verdiği tabiat olayları insanların canını yakmaya devam ediyor.
Bu konularda toplumsal bilinçlenmenin sağlandığını söylemek mümkün değil.
Tüm uyarılara rağmen anız yakma, tabiata zarar verme faaliyetlerinde bir azalma görülmüyor.
Benzer afetlere maruz kalan başka ülkeler de yok değil. Ancak, ülke olarak bu konuda daha fazla çaba sarf edilmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
Defalarca ifade ettiğimiz israf kültüründen vaz geçildiğini kimse iddia edemez. İsraf kişinin kendi malına karşı bir sorumluluğu iken kamusal mallara karşı yağmalama ve kötüye kullanım söz konusu olabiliyor.
Bir başka ifadeyle, israf kamuda olmuyor. Kamu malının gerektiği gibi kullanılmaması görevi kötüye kullanma ve zimmet suçu teşkil ediyor.
İnsanımızı çevre konusunda motive edebilmek için bürokrat ve siyasetçilere büyük sorumluluk düşüyor.
Ancak, onlar önce kendilerini düzeltmeleri şartıyla…
Bugün sonuçlarına bakara hayıflanmanın bir anlamı bulunmuyor. İklim değişikliği bir vakıa. Ormanlar aşırı sıcaklar nedeniyle en ufak bir kıvılcım ya da sürtünme ile tutuşabiliyor.
Dere yataklarını yapılaşmaya açan kişiler ve kuruluşlar, iklim değişikliğinden şikâyet etme hakkına sahip değiller.
Bizler iklim değişikliğine ne kadar katkıda bulunuyoruz?
Yerel yönetimler hem tedbir alma hem de mücadele etme adına ne yapıyorlar?
Cilalanmış cadde ve sokakların en küçük bir yağmurda makyajlarının dökülmesinin gerçek sorumluları kimler?
Yangınları tabii afet diyerek geçiştiriyoruz, fakat sorumluluklarımızın farkında olmadığımız ortada.
Her şey insanda başlayıp, insanda bitiyor. Ama insanı kurallara uymaya zorlama görevi kendisine yüklenen kamu kurumlarının bu görevlerini ne şekilde yerine getirdikleri ise tam bir muamma.
Büyük umutlarla desteklediğimiz İklim Değişikliği ibaresinin bakanlığın ismine eklenmesi aradan geçen zaman içinde ne kadar etkili oldu, sorusunu da sormamız gerekiyor.
Bütün bu konularda daha fazla kafa yorulması lazım.
Gelecek kuşaklara yaşanabilir bir çevre bıraktığımızı söylemek zor.
Emaneti yerli yerince kullanamadık vesselam.