Herhangi bir cemaatin ve tarikatın, ev veya yurtlarında bir olay olduğu zaman, malum çevrelerden “Tarikat ve cemaatler kapatılsın” naraları atılır. Son günlerde Enes Kara intiharından sonra aynı nakaratlar tekrar edildi. Bizler de yapılan yanlışlardan ders alıp nedenlerine inerek kendimizi sorgulamamız gerekirken hemen kılıf bulmaya çalışırız.
Cemaat ve tarikatların yaptıkları yanlışlardan kaynaklanan kişisel ve sosyal bir olay patlak verdiğinde “Bu münferit bir olaydır, genelleme yapmayalım” denilerek körü körüne tepki ortaya koyuyoruz ve yanlış yapıyoruz. Münferit olarak nitelesek de olayı veya olayları objektif olarak masaya yatırmamız ve nerede yanlış yaptığımızı ortaya koymamız lazımdır.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; “Asrımız şehvet, duygusallık ve maddeci bir asırdır. Bunları da onlara denk bir şeyle karşılamamız gerekmektedir. Kesinlikle diyoruz ki, bunları ancak tasavvufi bir terbiye ile karşılayabiliriz. Şehvet meseleleri sadece söz ile halledilemez, bilakis rûhî terbiye, çevre ve yaşantı gerekir. Maddecilik de sadece söz ile denkleştirilmez, aksine sözle beraber iman hisleri, iman zevki ve şuur gerekir. İsyankârlığın tedavisi yine sadece sözle olmaz. Allah korkusu, vera’, takva ve edeple olur. Bunun da amelî yolu tasavvuftur.” (Said Havva, Ruh Terbiyemiz, s.20, Petek Yay.)
Tasavvuf; kalbin sıhhati, nefsin temizliği ve benzeri konularla yakından ilgili olması nedeniyle, mükellef olan bütün insanlar hakkında gerekli olan bir ilimdir. Fakat tarihi seyr içerisinde bu ilme, diğer ilimlere karışandan daha çok bid’at ve hurafe karışmıştır. Bu karışan şeyler, tasavvuf ilmini bazen bilmeceye, bazen sanki naslardan/ayet ve hadislerden ayrı ve ilmî olmayan herhangi bir şeye, bazen de tevhid, fıkıh ve usulü fıkıh ilimlerinden tamamen müstakil ve alakasız, teşri’ ve takrirde vahy kuvvetinde bir ilhama çevirmiştir. Hâlbuki bütün bunlar, diğer İslami ilimler gibi tertemiz ve asılsız şeylerden ayıklanmış olması gereken bir ilim için gerçekten tuhaf ve gariptir. Tuhaftır ki, tasavvuf kitaplarını okuyan, kendisini bir takım bilmecelerin karşısında ve İslam’ın da ötesinde hisseder. Bu ilim, nasslarla sabit olan hakikat yolu olması gerekirken, tasavvufla uğraşanlar bunu nassların ötesinde bir şey haline getirmişlerdir. Tasavvufun bu hale getirilmesi ise fakihleri gönülden yaralamıştır. Bu işin en kötüsü, gayretkeşlerden birçoklarının, ancak bir manaya gelen Allah’ın ayetlerinden birini ele alıp ona değişik manalar ve muhtevalar kazandırarak, bunların üzerine dağlar kadar mesele ve hükümler bina etmeleridir. Oysa bütün bunlar bir vehim ve tahrifattır. Nassların yanında yer almak, onları anlamaya, anlatmaya ve hakikate ermeye gayret etmek, onlar için yeterli idi. Böyle olsaydı iyi, hatta mükemmel olurdu. (Said Havva, a.g.e., s.12.)
Bu olumsuzlukları bugün, Tasavvufun yaşandığı iddia edilen tarikatların ezici çoğunluğunda mebzul bir şekilde görmekteyiz.
Mesela bir tarikata girip, bir şeyhin müridi olduğunuz zaman, iradenizden, aklınızdan, düşüncelerinizden ve hatta duygularınızdan vazgeçeceksiniz. Aklınızı, iradenizi, düşünmeyi ve soru sormayı bir yana bırakacaksınız. Adeta kendinizi gassala teslim etmiş bir ölü gibi, şeyhinizin iradesine bırakacaksınız. Verilenlerden başka bir kitap okumayacaksınız. Söylenenlerden başka bir şey düşünmeyeceksiniz. Malını, mülkünü, servetini, gelirini, bedenini, ruhunu, duygularını, düşüncelerini şeyhinizin emrine vereceksiniz. Sadece emirleri yerine getirecek ve soru sormayacaksınız. Allah’a ancak böyle ulaşabilirsiniz. Ahirette, cenneti ancak böyle garanti edebilirsiniz. Şeyhiniz sizi sorgusuz sualsiz, mahşerdeki turnikelerden geçirerek cennete ulaştırır...
Yalan mı? Bu sözlere inanmayanlar, tarikatlarda okunması ve içeriğinin yaşanması gereken kitapların başında olan ADAB RİSALESİ adlı kitaba baksınlar. Bu dediklerimizin fazlasını bulurlar. Ya da tarikat şeyhlerinin yazdıkları kitaplardaki “Müritte bulunması gereken özellikler” bölümüne baktıklarında üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri bulabilirler. Polemik konusu olmasın diye Şeyh ve eserinin ismini vermiyorum.
Öyleyse başkasına çuvaldızı batırmadan önce iğneyi kendimize batıralım. Ve Peygamberimizin, iradeleri yok etmeden kişilikli bir toplum oluşturduğunu, kabul ettiklerimizi neden kabul ettiğimizin, reddettiklerimizi de neden reddettiğimizin farkında olarak inanmamızı salık verdiğini haykıralım. Çünkü İslam, farkındalık ortaya koyup Allah ve Rasûlü’nün ortaya koydukları ilkelere teslim olarak yaşamaktır. Kur’an, kendi iradelerini ortaya koymadan inandıkları şirk dinini “atalarını bu çizgide buldukları için inandıklarını” söyleyen müşrikleri şu şekilde kınamaktadır:
“Onlara, “Allah'ın indirdiğine (Kur'ân'a) ve peygambere (sünnetine) gelin!” denildiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter!” dediler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu (da) bulamayan kimseler idiyse! (Yine de onlara mı tâbi' olacaklar?)” (5/Maide:104). Bu ayet, akıl ve iradeden yoksun olan körü körüne taklidi kökten reddeder.
Dolayısıyla hamasî nutuklar atıp şimdiki tarikatları “İslam tarihinin güneşleridir. “Güneş açık gören'e, göremeyen kör’e ne.” Gazali, Şeyh Edebali, Emir Sultan, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bayramı Veli, Hacı Bektaşi Veli, Ahmet Yesevi, Şeyh Şamil gibi tarihimizin dünyaya bile nam salan şahsiyetlerinin yetiştirildiği ocaklar” ezberine sığınarak pislikleri halının altına süpürme samimiyetsizliğine düşmeyelim. Bu ezberimizi bozalım. Çünkü bu tutum “Benin teröristim, senin teröristinden iyidir. Ya da benim bidat ve hurafecim, senin bidat ve hurafecinden iyidir” garabetine benzer.
Körü körüne taklit, “Şeyhim ne diyorsa ve ne yapıyorsa doğrudur. Bana içki iç dese içerim, çünkü bir hikmeti vardır” sapıklığına götürür. Bırakın sıradan müritleri, Mevlana bile bu konuda yoldan çıkmıştır: Mevlana’ya bir gün fakihler, şarap helal mi, yoksa haram mı? diye takılırlar. Maksatları Şems-i Tebrizî’ye laf sokmaktı. Mevlana bunun üzerine şöyle der;
“İçse ne çıkar? Bir fıçı şarabı denize dökseler denizi bozmaz. Tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Bu denizin suyuyla abdest almak, onu içmek caizdir. Fakat küçücük havuzu şüphesiz bir damla şarap pisletir. Böylece tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Eğer Şems-i Tebrizî içiyorsa ona her şey mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.” (Menakıb’ül-Arifin, Eflaki, C.2, s. 72)
Mevlâna, nihayet halka haram olan şarabın kendilerine helâl olduğunu söyler ve der ki; “Zevk veren her şey, aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye yasaklanmıştır. Yoksa şarap, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir, aşağılık kişilere haram.” (A. Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, İnkılâb Kitabevi, İst.1985, 4.basım. s. 198-200)
Tasavvuf ve tarikat gerekli ise, onun bidat ve hurafelerden mutlaka arındırılarak uygulamaya sunulması daha çok gereklidir. Haliyle Tasavvufî mirası tümüyle reddetme ve tümüyle kabul etme gibi bir tercih yoktur önümüzde… Bu nedenle alınacak ve terkedilecek şeyler için bir ölçü gereklidir. O ölçüyü de Rasûlullah, veda hutbesinde “Size iki şey bırakıyorum, onlara tutunursanız sapıtmazsınız. Onlar da Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünnetidir.” diyerek ortaya koymuştur. (Malik, Muvatta’, Kader, 3).
Dolayısıyla Müslüman, inançlarını ve iddialarını Kur’an’a ve sahih Sünnete dayandırmak zorundadır. Bütün görüşler, bu ölçüye vurularak değerlendirilir. Bu ana ilke ile ilgili İmam Şafi şöyle der: “Bir söz söylediğimiz vakit onu Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünnetine arz ediniz. Eğer onlara uyuyorsa kabul ediniz, uymuyorsa reddediniz ve sözümüzü duvara çalınız.” (İbnü’l Kayyim, İ’lamu’l Muvakıîn, 2/361)
Masum/korunmuş olan sadece Rasûlullah’tır. Onun dışında kim olursa olsun masum değildir. Masum olmayan kişilerin ancak, Kitap ve Sünnete uygun olan sözleri kabul edilir. Bu ikisine muhalefet edenler ise, kim olursa olsun sözlerine itibar edilmez. Nitekim İmam Malik; Rasûlullah’ın (sav) kabrini ziyaret esnasında: “Bu kabir sahibinin dışında herkes söylediklerinden tenkide tabi tutulur” demiş ve Allah Rasûlü’nün kabrine işaret etmiştir. (Takuyyiddin es-Subkî, el-Fetâvâ, 1/48)
İmam Ahmed b. Hanbel de şöyle demiştir: “Nebinin (sav) dışında herkesin görüşü alınır veya terk edilir.” (İmam Ahmed’in Meseleleri, s.276)
Dolayısıyla mutasavvıfların da, şeyhlerin de ve başkalarının da anlattıkları bilgiler hatasız değildir. Hatasız olan ancak Kur’an ve Sahih Sünnetin ortaya koyduklarıdır. Gerisi laf-ı güzaf!