İbadetin bir özel bir de genel anlamı vardır. Namaz, oruç, hac, zekât gibi belli şekilleri, ölçüleri, zamanları ve mekânları olan ibadetler, özel anlamlı ibadetlerdir. Genel anlamıyla ibadet, Allah’ın rızasını kazanmak, dünya ve ahirette huzura ermek için yapılan hayırlı amellerin tamamıdır. Bir başka ifade ile Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasakladığı bütün haramlardan uzaklaşmak manasındadır. Buna paralel olarak ahlak ise, bu hayırlı amellerin meyvesi, hayata davranış olarak yansımasıdır. Adaletli olmak, sabır, güler yüz, eş ve çocuklara merhametli ve hoşgörülü davranmak, paylaşmak, tevazu, affedici olmak ve dürüst olmak güzel ahlaktan bazılarıdır.
“Allah’ın bütün emir ve yasaklarını yerine getirmek” anlamında genel bir ibadet tanımı ile konuya yaklaştığımızda, ahlakı ibadetten, ibadeti de ahlaktan soyutlamak mümkün değildir. Bunlar, bir birinin mütemmimidir, İslam bütününün parçalarıdır.
Namaz, oruç, hac ve zekât gibi özel anlamda kullanılan ibadetlerin de, gerçekleştirdikleri ahlakî sonuçlar vardır. Mesela, Kur’an-ı Kerimdeki “Sana Kitap’ta vahyolunanı oku ve namaz kıl. Çünkü namaz, hayâsızlık ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak ise en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir” (29/Ankebut: 45) ayeti, ibadet-ahlak ilişkisini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu ayet bize şu mesajı veriyor: “Şartlarına, erkânına ve âdabına göre, tam bir huşû içinde ve hükümlerine uyularak kılınan namaz var ya, işte kişi rabbinin yüceliğini hatırlayarak, okuduğunu düşünerek kılarsa, bu namaz onu her türlü kötü ve hoş olmayan işlerden alıkoyarak ahlakî yüceliğe erdirir.” (Sabûnî, Saffetü’t Tefâsir, 4/485).
İbn Kesir de ayetin yorumuyla ilgili şunları söyler: “Namaz, hayâsızlıkları ve kötülükleri terk etmeyi kapsamına alır. Yani namaza devam etmek, insanı kötülükleri terk etmek zorunda bırakır.” (Said Havva, el-Esas fi’t Tefsir, 11/129)
Rasûlullah da (sav); “Bir kimse namaz kılar da namazı onu hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoymazsa, o namaz kendisini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramaz” (Feyzü’l Kadîr, 6/221 (9014); Suyutî, ed-Dürrü’l Mensûr, 6/465) buyurmak suretiyle, ahlakî bir netice doğurmayan bir ibadetin, ritüelden/biçimsel alışkanlıklardan öteye geçemeyeceğine vurgu yapmıştır.
Hasan-ı Basri ve Katâde de “Bir kimseyi, kıldığı namaz, fuhuş ve çirkin davranışlardan alıkoymazsa, onun kıldığı namaz, üzerine bir vebal olur” diyerek aynı konuya dikkat çekmişlerdir. (Hicazî, Furkan Tefsiri, 4/515).
Hem namaz kılan, hem de kötülük yapan biri ile ilgili Rasûlullah’a; “Falanca kişi gece namaz kılıyor, sabah olunca hırsızlık yapıyor” denilince Efendimiz (sav): “Namazı, onun böyle yapmasına engel olacak” dedi. (Ahmet b. Hanbel, Müsned, 2/447).
Rasûlullah (sav), bununla şunu kastetmişti: Namaz, mükemmel bir şekilde kılındığında, sahibini kötülüklerden alıkoyar. Onu, Allah’tan uzaklaştırmaz, Aksine daha da yaklaştırır. (Sabunî, Saffetü’t Tefasir, 4/486)
Yüce Allah “Namaz bütün kötülüklerden alıkor” diyorsa “alıkor.” Çünkü Allah doğruyu söyler. Eğer bir kişi, hem namaz kılıyor hem de kötülük yapıyorsa, sorun namazda değil, onun kıldığı namazdadır. Demek ki, kıldığı namaz, kötülükten alıkoyacak kalitede değilmiş. O kaliteyi yakalamak için gafletten uzak bir halde, ne yaptığımızın ve kime yaptığımızın bilinciyle ibadetlerimizin “farkında” olmalıyız.
Oruç ibadeti bize, aç insanların durumunu yaşayarak kavratır. Nerede açlık mücadelesi varsa oraya yardım etme ahlakî melekesini kazandırır. Çünkü açlık tatmayan tok, acın halinden anlamaz.
Hac ibadeti, her türlü makam, mevki ve rütbelerin söküldüğü, Allah’ın huzurunda bütün insanların aynı giysi ile eşit şartlarda bulunduğu ve sadece ihlaslı amelleriyle değer kazanacakları mahşerin küçük bir provasıdır. Haccı bu duygularla yaşayan kişi; makamı, mevkii, zenginliği ve rütbesiyle insanlara tepeden bakmadan, tevazu elbisesine bürünerek mahşerde hesap vereceği bilinciyle yaşama ahlakı kazanır. Hac, aynı zamanda meşakkat ve insanlardan gelecek olan zararlara sabretme melekesi de kazandırır.
Zekât ibadeti de insanı vermeye alıştırarak cimrilikten kurtarır ve insanda paylaşma ahlakını geliştirir.
Kısaca, her ibadetin bize kazandırdığı bir ahlakî katma değeri vardır. Söz konusu olan ahlakî değerleri kazandırmayan ibadetler, hakkıyla yerine getirilmeyen, içi boşaltılarak şekle indirgenmiş ibadetlerdir.
Rasûlullah (sav), İslam’ın ilk yıllarında, tevhid mücadelesinin yanında hep ahlak vurgusu yapmıştır. Müslümanlar Habeşistan’a hicret ettikten sonra onların oradan atılmasını Necaşî’den isteyen Mekke elçilerinin bu talepleri karşısında Necaşi, Cafer b. Ebî Talip başkanlığındaki heyeti huzuruna çağırır ve “kavminizle aranızın açılmasına sebep olan bu din nedir?” sorusunu sorar. Ca'fer b. Ebî Talib, Necaşî'ye hitaben: “Ey Hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik. Her kötülüğü yapardık. Akrabalarımızla münasebetlerimizi keserdik. Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız, güçsüz olanlarımızı ezerdi. Yüce Allah, bize kendimizden soyunu sopunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezahetini bilip tanıdığımız bir peygamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik. O peygamber, bizi Allah'a, Allah'ın birliğine inanmaya, O'na ibadete, bizim ve atalarımızın Allah'tan başka tapınageldiğimiz taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıktan bizi nehyetti...” (Bûtî, Fıkhu’s Sîre, s.131).
Cafer (r.a)’ın da belirttiği gibi tebliğin esası; tevhid-ibadet ve ahlakı inşa etmek üzere kurulmuştu. Bunları birbirinden koparmak, kafayı vücuttan kesip almak gibi bir şeydi.
Muhakkak her ibadetin bir ahlâkî tezahürü vardır. Yukarda da belirttiğimiz gibi namaz, fuhşiyattan ve çirkin davranışlardan; zekât, sadaka ve infak, cimrilikten; oruç, sabırsızlık ve bencillikten; hac, eşitsizlik, kibir ve ırkçılıktan uzaklaştıran bir ahlâkî meleke kazandırır. Bu değeri kazandırmıyorsa, o ibadetin kimyasını yok eden bir virüs var demektir. Bu virüs, ya riyadır, ya da başkalarının aferin ve alkışını alarak onların kalbinde taht kurmaktır. Yani burada Allah’ın hoşnutluğu yoktur. İşler, elgördülük olarak yapılmaktadır. Onun için “Ahlakî sonuç doğurmayan ibadetler, ritüelden öteye geçemez ve şekilden ibaret kalır” demekteyiz. Bundan dolayı tevhit-ibadet-ahlak üçlüsünü iyi koordine etmek gerekir. Din, ana hatlarıyla bu üçlüden meydana gelir.
Dindar bildiğimiz, ibadetine düşkün olarak tanıdığımız, saç-sakal aksesuarı yerinde nice hacı ve hocalarımızı biliriz ki, camiye gelen çocuğun, çocuksu davranışlarına homurdanır, bağırır, evine gidince hanımı, azarlanmaktan titrer, çocuklar girecek delik arar. Af, merhamet ve hoşgörü fukarasıdır. “O takva sahipleri, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler, Allah da güzel davranışta bulunanları sever” (3/Âl-i İmran: 134) ayetine meydan okurcasına, insanların hatalarının çetelesini tutarlar. Bu tipler, ibadetlerin dış görünüşüne özenen, fakat içini boşaltarak ihlâsını, ruhunu berhava edenlerdir. İbadetlerin, ahlakî meyvesini daha tomurcuk olmadan söküp atanlardır.
Eksik ölçüp eksik tartan, malın iyisini tezgâhın önüne dizip çürümüş olanları arkaya gizleyerek çaktırmadan müşteriyi aldatan, dolar fırladığında fiyatları fırlatan, ama dolar düştüğünde fiyatları düşürmeyen dindar görünümlü esnaf da, ibadetlerini şeklin ötesine geçiremeyen “Bizi aldatan bizden değildir” (Müslim, İman, 164) hadisine meydan okuyan bir yaratıktır. Bu tür tutarsız Müslümanların İslam’a zararları, ibadetsizlerden daha çok olmaktadır. Tabir yerinde ise “İbadetli ahlaksızların İslam’a verdikleri zarar, ibadetsiz ahlaksızlardan daha çok olmaktadır.” Bu vahim netice de, din bütününü TEVHİD-İBADET-AHLAK ekseninden kaydırmanın sonucudur.
Yüce Allah bizi, şekilcilikten kurtararak yaptığı ibadetlerin bilincinde ve farkında olan ve ahlakî neticelerini alan âbid kullarından eylesin.