Akşamları gelirler
Çoğu çoğu güneş batarken
Dağların üstüne düşer gölgeleri
Bütün şehre siner
Taşıdıkları kasvet
Kara kanatların arasındadır başları
İnsanın içine içine sokulur
Hüzün kuşları
Çoğu çoğu güneş batarken
Dağların üstüne düşer gölgeleri
Bütün şehre siner
Taşıdıkları kasvet
Kara kanatların arasındadır başları
İnsanın içine içine sokulur
Hüzün kuşları
Çöreklenirler acıların çelenlerine
Nikotine bulanmış dudaklarda
Duman duman uçuşurlar
Bir hatıraya tünerler
Ya da eski bir resme
Döktürürler gözlerden kanlı yaşları
Hasretin göğünde uçarlar
Hüzün kuşları
Nikotine bulanmış dudaklarda
Duman duman uçuşurlar
Bir hatıraya tünerler
Ya da eski bir resme
Döktürürler gözlerden kanlı yaşları
Hasretin göğünde uçarlar
Hüzün kuşları
Cıvıltıları yoktur
Ürkütür insanı sükutları
Ya bir anıdan havalanırlar
Ya da bir hasretten
Her iklimde yaşar
Her mevsime karışırlar
Değişmez yazları, kışları
Serçeler gibi göç etmezler
Hüzün kuşları
Ürkütür insanı sükutları
Ya bir anıdan havalanırlar
Ya da bir hasretten
Her iklimde yaşar
Her mevsime karışırlar
Değişmez yazları, kışları
Serçeler gibi göç etmezler
Hüzün kuşları
Ne papağan gibi renkli
Ne tavus gibi güzeldir tüyleri
Yarasalardan daha gececi
Bülbüllerden daha matemledirler
Zulmetten beslenirler
Gözyaşıdır içtikleri
Kederdir, gamdır aşları
Yalnızlığın dalına konarlar
Hüzün kuşları
Ne tavus gibi güzeldir tüyleri
Yarasalardan daha gececi
Bülbüllerden daha matemledirler
Zulmetten beslenirler
Gözyaşıdır içtikleri
Kederdir, gamdır aşları
Yalnızlığın dalına konarlar
Hüzün kuşları
Ayrılanların yüreğine yaparlar
Dertten çileden yuvalarını
Oralara bırakırlar yumurtalarını
Oralarda çoğalırlar
İstemezler yeşil ağaçları,
Coşkuyla akan dereleri,
Güneş vurmuş dağları, taşları
Baykuşlardan çok severler örenleri
Hüzün kuşları
Dertten çileden yuvalarını
Oralara bırakırlar yumurtalarını
Oralarda çoğalırlar
İstemezler yeşil ağaçları,
Coşkuyla akan dereleri,
Güneş vurmuş dağları, taşları
Baykuşlardan çok severler örenleri
Hüzün kuşları
Yaş ilerledikçe daha bir yufka yürekli oluyor insan. Akşam olup gelirken başlıyor bir hüzün. Ne sigara teselli ediyor insanı ne de batan güneşe karşı içilen demli bir çay. Ömrün küçük muhasebesi yapılıyor kafada. Kaçan fırsatlar, kavuşulamayan emeller, gerçekleşmeyen hayaller bir bir sıralanıyorlar yaşlı gözlerin önünde... Hayat doyumluk bir şey değildir diyorsun. Ardına bakınca yaşanmamış yıllardan koca bir dağ duruyor, rakamla ağzını doldura doldura kırk yıl, elli yıl, altmış yıl diyorsun, ama damağında buruk bir tattan başka bir şey hissetmiyorsun.
Çoluk çocuk uçmuş gitmiş kendi yuvalarını kurmuşlar. Canları isteyince gelmişler, canları istemeyince bekletmişler, torunların yüzüne hasret bırakmışlar, mutluluklarını uzaklarda yaşarken, şurada bir babam var, annem var demeleri için illaki başlarına bir sıkıntı gelmesi gerekmiş. Yine de yerlerinde sağ olsunlar tesellisiyle özlemin üstünü örtmüşsün. Anne baba sağsa sen de aynısını, çektiğin bunca hasrete rağmen onlara yaşatır olmuşsun. Arada aklına gelince bir uğramışsın, telefon etmişsin o kadar. Ve böylece herkes yalnız kalmış. Herkesin göğünde uçup duruyor hüzün kuşları.
Hele bir de benim gibi giden birinin ardında kalmışsan ve hayatı o gitti diye durdurmuşsan ya da eşinden bir şekilde ayrıysan, yalnızsan. Bir kuytuda hasretinle baş başa yaşıyorsan, işte o zaman o hüzün kuşları sadece göğünde değil odanın pervazlarına tünerler... Ömür dediğin nedir ki? Her türlü geçer. Ancak hayatı güzel yaşamak, birine tutunarak, bir eli tutarak yaşamak istiyor insan. Aile olmak, oğlanı, kızı karşında görmek, senin gözlerini taşıdıklarını, senin huylarından huy edindiklerini bilmek, eşine benzeyen yanlarını keşfetmek istiyor insan.
Hayatın cilvesini, çocukların gülüşleriyle yenmek, sevgilinin bakışlarında eritmek, yuvanın sıcaklığında yok etmek istiyorsun. Ama hep yalnızlık, hep hasret, hep hüzün... Kanat çırpışlarının çınladığını duyuyorsun kulaklarında hüzün kuşlarının. Bir kitaba sığınmak, bir şiire kaçmak, bir türküyle korkularını yenmek istesen de olmuyor. Yalan dünyanın bin türlü hali var ve bini birden karşına barikat oluyor. Takılıp kalıyor gözlerin sağır kapıya, kör pencereye. Sokak lambasının ışığı düşüyor halıya, mobilyaya... Kendi ışığını, kendinden birinin aydınlığını arıyorsun. Yetmiyor yapay ışıklar. Söndürüyor hayat rüzgârı cılız mum alevlerini...
Bir çay daha koyuyorsun ocağa, bir sigara daha yakıyorsun, pencereden sokağa bir daha bakıyorsun, gölgelerine arkadaş olmuş insanlar geçip gidiyor sokaktan, elleri değmiyor senin kapı ziline... Ve ezan okunmaya başlıyor. İçine bir inşirah doğuyor. Yalnız değilim diyorsun. Benim Allah’ım var. Bir abdest alıyorsun, suyun serinliği Rabbimin tesellisi gibi geliyor. Seccadenin yumuşak havı yüzünü okşuyor ve gözyaşlarını secdede bırakıveriyorsun... Teselli etmek için seni Rabbim ramazanı gönderiyor, manevi iklimin değişiyor. Gecen sahurla güzelleşiyor, günün oruçla, iftarla. Sonra takviminde bayram oluyor, sevincin artıyor, hasretlerine kavuşuyorsun. Mübarek gecelerde ay ve yıldızlar göz kırpıyor gönlüne, camiler kollarını açıp kucaklıyor seni. Cem olmanın, cemaat olmanın hazzını ta iliklerine kadar hissediyorsun. Bayram sabahlarının seherlerinde meleklerin kanat seslerini kalp kulağında duyuyorsun. Her şey bambaşka bir renge bürünüyor.
Dünyalıklardan kurtulup biraz da böyle bakmalı dünyaya!
Çoluk çocuğu elde tutmak mümkün değil ama kul olanın kalbinde Allah onu yalnız bırakmaz. Biliyorsun, hissediyorsun, duyuyorsun.
Sevgiyle kalın.