Türkiye’nin 2007 yılında meşhur 367 krizi ile girdiği yeni dönem bugünü ve mevcut siyasi düzlemdeki tartışmaları etkilemeye devam ediyor. Geçtiğimiz yıl yapılan 10 Ağustos seçimleri bu açıdan önemli bir dönemeçti. Halk doğrudan bir şekilde kendini dört yıllık süreyle temsil edecek cumhurbaşkanını seçti. Seçim aslında bir netice değil, bir başlangıçtı. Zira halk tarafından ve doğrudan bir şekilde seçilen bir Cumhurbaşkanı daha önceki yetkilerle yetinemez, önceki sistemi aynen devam ettiremezdi.
Türkiye bugün bunun sancılarını yaşıyor. Değişimin nasıl olacağını, nasıl olması gerektiğini tartışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan meseleyi ısrarla gündeme taşıyor, taşımak istiyor. Muhalefetse gene ısrarla konunun gündeme gelmesini engellemeye çalışıyor. Bunu bazen görmezden, duymazdan gelerek yapmaya çalışırken, bazen de yalanlama, yanlışlama yoluyla temine gayret sarf ediyor. Yani klasik muhalefet taktikleri…
Peki, olaya biz nasıl bakmalıyız? Neler söylenebilir? Kanaatimce mevcut sistemi artı ve eksileriyle değerlendirmek suretiyle geleceğe dönük fikirlerimizi ortaya koyabiliriz. Mevcut sistem iyi işliyor muydu? Toplum ve siyasiler kabullenmişler miydi? Yeni sistem tartışmaları her şey yolunda giderken mi başlatıldı? Mevcut sistem bizim icat edip, kullandığımız bir sistem miydi? Yoksa, başka sistem ve coğrafyalarda bulunup, denenip uygulamaya konulan bir sistem miydi?
Bütün bu sorulara olumlu cevap vermek, ‘her şeyiyle bizimdi’, ‘bize uygundu’, ‘biz kabullenmiştik’ türünden cevaplar vermek ne yazık ki mümkün değil.
Şöyle ki:
Parlamenter sistem İngiltere’de doğan, gelişen, uygulanan ve dünyaya ihraç edilen bir yapı. Biz de Osmanlı’da almak istediğimiz ama muvaffak olamadığımız bu sistemi Cumhuriyetle beraber almışız. Bize ‘uygun mu, değil mi’, tartışmalarını yapamadan bir modernleşme, Batılılaşma ve muasırlaşma projesinin parçası olarak almak zorunda kalmışız. Parlamenter sistemin tarihsel kökenleri bizde mevcut değil, anlayacağınız.
O gün bugündür, sürekli sistem tartışmaları yapıyoruz, sürekli olarak ‘uygundu’, ‘uygun değildi’ polemiklerine giriyoruz. Sınırlı bir şekilde var olan enerjimizi kısır tartışma ve kavgalarla heba ediyoruz.
Parlamenter sistemden sapma anlamına gelecek, onun ruhuna aykırı düzenlemeleri uygulamamıza rağmen onları tartışmıyor, olmayacak konulara yoğunlaşıyoruz. Mesela, Parlamenter sistemlerde aslında Anayasa Mahkemesi diye bir yapılanma yok. 1961 Anayasasına kadar bizde de yoktu. İngiltere’de yok mesela. Zira halkın oylarıyla seçilen parlamentonun sözü üstüne söz söyleyebilecek bir otorite kabul edilmiyor.
Birkaç yargıç oturacaklar ve halk iradesi ile oluşturulan bir meclisin aldığı kararları yok sayacak, hatalı, hatasız diyecek. Bu düşünülemez bir şey. Ayrıca, devlet başkanı normalde bu kadar yetkiye de sahip olmaması gerekiyordu. Ama 1982 Anayasası Cumhurbaşkanını aşırı derecede yetkilendirmekteydi. TBMM tarafından seçilen Cumhurbaşkanının sistem içinde bu kadar yetkiye sahip olmaması gerekmekteydi. Ama bizde öyle olmadı. Bu tartışmalar uzatılabilir, sorular çoğaltılabilir.
Çözüm ne? Çözüm: Meseleleri tartışmak. Mademki halk kendi Cumhurbaşkanını seçti, mademki milli irade tecelli etti, o zaman ‘eski cumhurbaşkanı devam etsin’ diyemezsiniz. Bu, eşyanın tabiatına aykırı. 21 milyon oyu nereye koyacaksınız. Halkın karşısına çıkıp, ‘beni seçerseniz Çankaya’da oturup, kalmam’ diye oy isteyen Erdoğan’a ne diyeceksiniz. Nasıl bir Cumhurbaşkanı olacağını söyledi, halk da seçti. Mesele aslında bu kadar basit. Çok fazla matematik hesabı yapmaya, kafa yormaya gerek yok.
Seçim dönemi bir sonraki dönemi şekillendirdiği için bu konuyu tartışmanın en uygun dönemi. Bugün tartışmazsak, seçimden sonra kriz kapımızı tekrar çalar. Hükümet anayasa ve yasa değişikliklerini TBMM gündemine getirdiği zaman birileri kalkar, ‘dayatma var, bunları tartışmadık, benimsemedik’ diyemez. Dememesi lazım.
Aslında 2007 sonrası dönemde bunları tartışıp, bugüne kadar da bir çözüme kavuşturmamız gerekiyordu. Ama, bırakmadılar ki tartışalım, bırakmadılar ki en doğruyu bulalım. Türk milleti olarak son dakikaya kadar bekliyoruz. Aklımız biraz da sıkıştığımız dönemlerde çalışıyor. Henüz ‘yumurta’ yerli yerindeyken, yapamıyoruz işte.
Başkanlık sistemi tartışmasına henüz daha giremedik bile. O tali bir mevzudur diye düşünüyorum. Değişimi tartışırsak, nasıl olması gerektiğini sonra konuşabiliriz. Şu anda sistemimiz Yarı Başkanlık. Bunda hiç kuşku yok. Biz Parlamenter sistemi bırakalı çok oldu. Ancak, birileri bizim hala Parlamenter sisteme sahip olduğumuzu iddia ediyor.
ABD sistemi, Fransa sistemi, İngiltere sistemi, İsviçre sistemi. Tartışmamız bu. Yahu, Allah’ın aşkına bize ait bir sistem olamaz mı? Kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda eksi ve artılarını tartıştığımız bir sistemi uygulamaya koysak bize kim, ne diyebilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından geçtiğimiz günlerde dile getirilen sistem meselesi bir anlamda bunun için tartışmaya açıldı. Tartışa - tartışa, konuşa-konuşa doğruyu bulalım. Bize ait, bizim ihtiyaçlarımıza cevap verecek bir sistemi ortaya koyalım, birileri de bizden alsın. Bunu başarabilirsek Türkiye rahatlar. Bunu becerebilirsek küresel bir güç oluruz. Yoksa, sürekli taklit, sürekli başkalarına benzeme merakı bizi bir yere götürmez.
Memleketin münevverleri buna kafa yormalı.
Tartışmak için birilerinin ‘hadi tartışın’ demesini de beklememeliyiz.
Türkiye bu şekilde yolunu bulacaktır.
Bunlar hayırlı tartışmalar.