4. Dini Araştırmalar ve Küresel Barış Sempozyumu için Türkistan’daydık..
Timav’ın öncülüğünde birçok patner kuruluşun katılımıyla birlikte Ahmet Yesevî Üniversitesi’nin ev sahipliğinde gerçekleşti, bu sempozyum.
Sempozyumlar sadece bilgi alış-verişinin gerçekleştirildiği bir etkinlik değil.. Bununla birlikte gittiğiniz ülkenin dini, siyasi, sosyal, kültürel ve medeniyet alanındaki durumlarını, insan hallerini de gözlemliyorsunuz. Kazakistan’ın Yesi/Türkistan şehrinde gerçekleştirilen bu sempozyum da böyle oldu, benim için..
Bizler kısmen Çimkent ve Türkistan şehirlerini gördük. Bu bölge maddi anlamda çok fazla gelişmiş değil. Sovyet döneminde Bilinçli metruk halde bırakma siyaseti izlenmiş. Sebebi Hoca Ahmet Yesevî’nin irfan esintilerini gölgelemek. On ikinci yüzyılda yaşamış olan Hoca Ahmet Yesevi ve bağlılarının bu topraklarda metfun bulunması, bu yerlerin dini cazibesini de artırmış.. Emir Timur, XIV. Yüzyılda Yesevi için dünyanın en görkemli anıt mezarını yaptırmış. Sovyet egemenliği döneminde Yesevî türbe ve müştemilatının ahır olarak kullanıldığı biliniyor. O günlere dair resimler var. Bugün, Tika’nın elinin değmesiyle birlikte bu anıt mezar yeniden restore edilmiş görkemli bir boyut kazanmış, her gün mütemadiyen ziyaretçilerini ağırlıyor.
Hemen Yesevî’nin türbesi yanında Diyanet İşleri Başkanlığımız tarafından yaptırılan Yesevî camii, bu bölgeye manevi bir boyut katmış.. Cuma namazını bu camide eda ettik. Cemaatin %70’i, 25 yaş altı gençlerden oluşuyordu. Gençlerin camiye ve cemaate sıcak bakışı, Kazakistan’ın geleceği açısından sevindirici. İnşallah Ahmet Yesevi Üniversitemiz içinde bir de İlahiyat Fakültesi açılır. Bu topraklarda dini uyanış daha da güçlenir. Devlet ricali Hanefi-Mâtürîdî çizgisinde bir dindarlık istiyor ama kâğıt üzerinde. Bunun mutlaka ilmi ayağı üst düzey bir din eğitimi kurumu tarafından hayata geçirilmelidir. Yetkililerin ifadesine göre yakın bir gelecekte “Din tanı” bölümü İlahiyat Fakültesi’ne dönüşecekmiş. Dolayısıyla, Farabi ve Ahmet Yesevî gibi aklî ve naklî ilimlerde dehalar yetiştiren bu topraklar, çoraklıktan kurtulur da manevi gelişimine kavuşur.
Öte yandan Kazakistan, Sovyetlerden bugüne hala nükleer denemeler ve uzay üssü. Türkiye’nin üç katı yüzölçümüne sahip olan Kazakistan’ın 17 milyon nüfusu var. Bu kadar uçsuz bucaksız verimli topraklara sahip bir coğrafya için bu nüfus az. Yıllarca Sovyet Rusya, denemeler yapıyor. Aşırı derecede radyasyonun etkisiyle ölüm yaş ortalamaları 50’lerde seyrettiği söyleniliyor. Kanser vak’alarının yüksek olduğu dile getiriliyor. Umarım buna da bir çare bulunur. Kazakistan Rusya’nın çöplüğü olmaktan kurtulur.
Komünist dönemde din eğitimi yasaklandığı için 70-80 sene bir kuşak dini bilgiden ve köklerinden yoksun yetişti. Bunun etkileri hala sürüyor. Sovyetlerin, Müslüman halkları votka, fuhuş ve sanat faaliyetleriyle oyalaması, mikro milliyetçilik yapması, aynı kökten gelen Avrasya Müslüman halklarını birbirinden ayırmış. Türkiye; Kırgızistan ve Kazakistan’dan sonra mutlaka Özbekistan’da da bir üniversite kurmalı. Belki zaman alacak ama Müslüman halklar, kültür, tarih ve medeniyet bilincini kazandıkça açılan makas daralacak, özlediğimiz büyük buluşma gerçekleşecektir.
Kazakistan halkı, çok cömert bir halk. Evlerine gittiğinizde neyi var neyi yok, her şeyi sofraya getiriyorlar. Her tür salata, deve sütü, çay, çikolata, meyve, halel meşrubat, sonra da asıl menüler; çorba, beşli, Buhara pilavı vs. bütün bunlar, halklarımız arasında dostlukları pekiştiriyor.
Netice olarak, tarihte büyük adamların yetiştiği Kazakistan halkına balık değil, balık tutmak öğretilmeli. Özellikle tarımcılık. Çünkü boş ve verimli araziler mutlaka değerlendirilmeli. Bununla birlikte halklarımız arasında kültürel, sosyal, dini, sanat, edebiyat, teknoloji ve bilim alanlarında ilişkiler güçlendirilmeli. Ben inanıyorum ki, bu halklar dünyaya açıldıkça, birbirilerimize daha çok yaklaşacağız.
Yaşasın Türkiye ve Kazakistan kardeşliği..