Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından geçtiğimiz gün yapılan muhalefet eleştirisi aslında toplumun genel bir problemi. Parti yönetimlerinin yandaşları belediye başkanı adayı olarak belirlediğinden bahisle ana muhalefet partisi eleştirisi getiren Erdoğan, aday belirleme sürecini eleştirmişti.
Mesele sadece belediye başkanları ile sınırlı değil tabii ki...
Milletvekili adayı belirleme ya da merkezi olsun yerel olsun bürokraside taraftarları etkili konumlara getirme, liyakatsizliğin ödüllendirilmesiyle sınırlı kalmayan bir etki ortaya çıkarıyor.
Esasen devlet ve yönetim kademelerinde bulunanların ana sorumluluğu tam da bu: Alternatifler arasından en iyileri ve en doğru politika tercihlerini ortaya koymak.
Ne yazık ki, sadece kendi taraftarı, kendine yakın ve sözünden çıkmaz diye seçilen o kadar çok insan var ki.
Benzer durumlar bürokraside ve akademide de ortaya çıkabiliyor…
İyi olmayan bir akademisyenin yönetici, rektör, dekan olması ne kadar yanlışsa, gerekli yetenek ve donanıma sahip olmayan kişilere bürokraside yüksek mevkiler vermek de aynı oranda yanlış.
Yanlış kişilerden doğru iş beklenmez…
Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafi ve siyasi kuşakta maalesef hizmet odaklılık her zaman gerçekleşmiyor.
‘Görevin gerektirdiği niteliklerden başka nitelik aranamaz’ şeklinde Anayasada ifade edilen bu ilke toplumda her zaman kabul görmüyor.
Esasen kendi yandaşlarını siyasi ve bürokratik kademelere taşıyan siyasiler ve yöneticiler kendi işyerlerinde, ticari müesseselerinde aynı aceleciliği yapmıyor. İşe alacakları kişileri, çoğu zaman siyasi görüş ve tercihlerine bakmaksızın istihdam etmekten geri durmuyorlar.
Bu durum her görüşe sahip insanda ortaya çıkıyor.
Bakıyorsunuz; muhafazakâr bir sanayici kendisi gibi düşünmeyen, yaşamayan, inanmayan ve görünmeyen insanları sırf yeterli ve yetenekli oldukları için işe alabiliyor, onlara olmadık yetkiler tanıyabiliyor.
Aynı durum karşı cenahta da mevcut. Muhafazakâr biri kendisine taban tabana zıt insanların yanında kendisine hayat hakkı bulabiliyor.
Kamu olunca liyakatsizliği ses çıkarmayan ya da prim veren kişiler özel iş ve menfaatleri mevzubahis olduğunda tamamen farklı bir noktaya taşınabiliyorlar.
Oysa kamuda liyakat çok daha elzem. Belediyeler ve özerk kuruluşlarda liyakatsizlik, yetersizlik ve beceriksizlik çok da vahim sonuçlar ortaya çıkarabiliyor.
İşin ehil olmayanlara tevdi edildiği durumlarda başarılı ve yeterli kadrolara hayat hakkı tanınmıyor. Kendisi yetersiz bir belediye başkanı ya da bir rektör etrafındaki yeteneklilere düşman, yetersizlere dost oluveriyor.
Bu hukuki gereklilik aynı zamanda inanç sistemimizin en önemli ilkelerinden biri.
Emaneti ehline vermeyen toplulukların karşılaşacakları zorluklar ve sıkıntılara dönük çokça ayet, hadis ve dini delil bulunuyor.
Hizmette işi öncelemeyenler kendilerini oralara taşıyan kişileri ve kadroları yanıltarak, belki de onlara birtakım menfaatler sağlayarak yerlerini ellerinde tutma gayretine de girebiliyorlar.
Neresinden bakarsanız bakın bir yozlaşma düzeni ortaya çıkıyor…
Bilgi iletişim teknolojileri ve toplumun daha duyarlı ve bilgi hale gelmesiyle yetersizlik kısa sürede kendini gösteriyor. Yöneticilerin kendilerini saklama, gizleme ve olduklarından daha iyi gösterme amaçları sekteye uğruyor.
Yetersiz insanlarla muhatap olan toplum devlete ve kurumlarına güvenini kaybediyor, bakış açıları olumsuza dönüyor.
Toplum baştan aşağı bozuluyor…
Türkiye bu noktada bir adım atmak zorunda…
Özerk kurumlar olan belediyeler, üniversiteler ve hizmet yerinden yönetim kuruluşlarından işe başlamak galiba en doğrusu. Zira merkezi yönetimde yetersizlik çabucak fark ediliyor, ama yerinden yönetim kuruluşlarında sahip oldukları maddi yetkiler nedeniyle başarısızlığı gizlemek mümkün olabiliyor.
Televizyon reklamlarıyla toplumu kandırmaya çalışan siyasiler bizim için çok ciddi bir baş ağrısı. Birilerine verilen rüşvetle ve yalan-dolanla toplumun gözünü boyamaya çalışmanın affedilir bir tarafı bulunmuyor.