Vaktiyle, muhtemelen üniversite yıllarında kıymetli bir dostum önemli bir dersin sınav öncesinde kullanmıştı bu ifadeyi; “hızın kadar yaşarsın.” Etkileyici doğrusu…
“Hızlı olduğun kadar çok şey yapmaya imkân bulursun” ikazına mı dek geliyordu acaba? Ne kadar hızlıysan o kadar iyi yaşarsın mı acaba? Tam da bu çağla mütenasip bir tespit.
Hızlı olmak ve yaşamak… Yaşamak dediğin ölüme kavuşmak telaşı, yaşamak dediğin savaşa girmek cesareti, yaşamak dediğin sınırlı bir zamanda sınırsız bir hayata hazırlanmak mühleti. Böyle bakınca “hız” elzem bir özellikmiş gibi. Öyle ya dar bir vakte çok şey sığdırma çaresizliği. Oysa nicelik olarak çok olan kimi şeylere kıymetli ve bereketli olan az şeyler galebe çalabilir.
Derinliği ve anlamı olmadan sahip olunan hız netice olarak sahibine ne kazandıracaktır? Hızlı olmamızı kim neden istiyor? Çağın sahipleri bu soruları sual edenlere gözünü belertip bakıyor. Çünkü “hız” bu çağın daha çok tüketip daha çok harcamanın başrol oyuncusu.
Şimdilerde “hızlı olmak” çetin bir yarışmanın içinde olmak demek. Rakiplerini geçmekten ziyade harcayabilme hızı üzerine kurgulanmış bir yarışma bu. Nasıl kazandığına bakmıyor sermaye sahipleri ne kadar harcadığına bakıyor.
Hızlı olmakla gerektiği kadar hız yapmak arasında ince değil kalınca bir fark olmalı. Hızlı ol hayatını yaşa tavsiyesi ve hatta emri; savruk, beyhude ve geçici heveslerin tatmini üzerine kurgulanmış durumda. Manevi derinlikten yoksun, hakikatten bîhaber yaşamlar “hızlı olmanın” verdiği haz ve konfor rahatlığında birer silüet gibi görünüp kayboluyorlar.
Hız konusunda o kadar ileri gittik ki “an mesafesinde” gördüğümüz silik görüntülerin kime ve neye ait olduğunun farkına bile varmıyoruz. Dönüp geriye bakınca belli belirsiz, her an unutulmaya hazır ve hatta yaşanmamış hikayeler görüyoruz tabi dönüp geriye bakabilirsek.
Ne kadar hızlı olursak olalım yirmi dört saatimiz var bir günü yaşamak için. Hızlandıkça artmıyor saatler ya da azalmıyor. Üst üste konulmuş mevzularımız var, aynı mevzular hem, dönüp duruyorlar etrafımızda biz hızlanıyoruz onlar değişmiyor. Alışkanlık hâle gelmiş rutin işlerimizi bir robot edasıyla yerine getiriyor buna rağmen vaktin yetmediğinden dem vuruyoruz. Öyle çabuk geçiyor zaman ki tat almak yerine bir an önce doymanın peşindeyiz.
Ağırlaşmanın ve sade yaşamanın insanı yormadığını, “bereket” denen nimetin hızlı olana değil gönül ehline isabet ettiğini bilen insanlar var aramızda, dün oldular şimdi de olmalılar. Nitekim, neden hızlı olmalıyız konusundan yazılıda soru çıkmayacak.