Küresel ekonomi kendi avantaj ve dezavantajlar yumağı ekseninde dönerken, her ülke ekonomik, siyasi, sosyal ve toplumsal içsel sorunlarının yörüngesinde yol almaktadır. Ülkeler, kendi içsel gelişmelere yönelik politikalardan daha çok, küresel taraftan gelebilecek olası değişimlere göre politikalar üretmek için çaba göstermektedirler. Üstelik söz konusu ülkeler gelişme yolunda veya geri kalmış, dünya ticaret pastasındaki payları oldukça düşük, enerji ithal bağımlısı, aynı zamanda da düşük veya orta düzey teknolojiye dayalı üretim yapabilecek konumdaysa, okyanus ortasında motorları stop etmiş gemi misali, dışsal temelli esen her türlü rüzgârdan etkilenmekten başka çaresi olmadığı için, tüm içsel politikalarını global sistemin isteğine göre dizayn etmekten başka alternatifi bulunmayacaktır. Bu sürecin herhangi bir ülke için devamlılık göstermesi, ülkenin bağımsızlığının dahi sorgulanması sonucunu doğuracaktır. Bağımsızlığının sorgulanacak konuma gelmesini hiçbir ülkenin istemeyeceği açıktır. Asıl sorun, bir ülke bölgesel, ekonomik, jeo-politik, demografik ve beşeri sermaye faktörleri gibi iç dinamiklerini kullanarak kendi ayakları üzerinde doğrulmaya çalıştığında, ekonomik açıdan gelişmiş ülkeler tarafından boyunduruk altına alınmaya çalışıldığında çıkmaktadır. Çünkü dünyada demokrasi, refah, barış ve huzur ortamının sağlanmasının istendiğine dair tüm eylem, söylem ve arzular ancak; ABD, Almanya, İngiltere, Fransa gibi birkaç ülkenin çıkarına olduğunda işletilirken, diğer tüm koşullarda evrensel hukuk ve insani değerler görmezden gelinmektedir. Örneğin on bin kilometre uzaktaki ABD’nin neden Orta Doğu’ya geldiği sorgulanmazken/sorgulanmıyorken, ülkemizin her bağımsız ülke gibi en doğal hakkı olan sınır güvenliğini sağlamak amacıyla giriştiği askeri harekâtın haklılığını dünyaya kamuoyuna anlatmak için ne tür zorluklarla mücadele ettiği ortadadır.
Batılı ülkelerin Orta Doğu petrollerinden pay kapmak ve bölge ülkelerinin zayıf kalmasını sağlayarak kendilerine güçlük çıkarmasının önüne geçmekten başka dertleri yoktur. Söz konusu hedeflerine ulaşmak için her yolu normal kabul etmekteler ve sahip oldukları medya gücüyle de dünyayı haklı olduklarına inandırmaktadırlar. Başaramadıkları durumlarda ise, 1940’lı yıllarda dünya ekonomisinin rekabet koşullarında işlemesi ve geri kalmış ekonomilerin desteklenmesi gibi amaçlarla kurulduğu şeklinde lanse edilen, ancak zamanla başta ABD olmak üzere gelişmiş üç beş ülkenin çıkarlarını garantiye almaktan başka fonksiyonu olmadığı anlaşılan WB, IMF, WTO ve objektifliği sürekli tartışılan Fitch, Moody’s ve S&P gibi ABD menşeili uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları gibi küresel boyutlu organların rapor, değerlendirme, not, haber ve açıklamalarıyla, haklı ancak batılıların çıkarlarına ters davranışlar sergileyen ülkeleri, istedikleri kıvama getirmek için her türlü girişimi yapmaktan çekinmemektedirler. Uygulamaya koydukları yaptırımlara rağmen beklentileri gerçekleşmediğinde ise askeri müdahale ve ekonomik tehdit yolunu dahi tercih etmekten çekinmemektedirler. ABD başkanı Trump’ın yaklaşık bir yıl içerisinde Türkiye, Çin, Kanada, Meksika, hatta AB’ye yönelik savurduğu tehditler, dünya kamuoyunun belleğinde tazeliğini korumaktadır.
13 Kasım tarihinde gerçekleşen Erdoğan-Trump görüşmesi beklenildiği gibi krize dönüşmeden, ancak ülkemiz açısından ciddi düzeyde elle tutulur bir kazanım da sağlanmadan ve bir çok soru işaretlerini bünyesinde geleceğe yönelik taşıyarak sonlandı. Bu vakitten sonra Türkiye tarafından, ABD ve sonradan sürece dahil olan Rusya’nın, yapılan anlaşmalara uymalarını sağlayacak adımlar atmasının takibi yapılmalı, terör eylemleri sonlandırılarak, ekonomik istikrarsızlığa yol açacak gelişmelere fırsat verilmemelidir. Her ne kadar uzun yıllardan beri sürekli açık verdiğimiz cari denge ile ilgili dokuz aylık 3.69 milyar dolar fazla vermesi gibi olumlu veriler gelse de, 2019 yılı Ağustos itibariyle işsizlik oranının %14, genç nüfus işsizlik oranının %27.4, kayıt dışı istihdam oranının ise %36.1 olarak gerçekleşmesi, Ocak-Ekim döneminde bütçenin de 100.7 milyar TL. açık vermesi, ekonomimizin bıçak sırtında gittiğinin göstergeleridir. Orta vadede petrol fiyatlarının ve Suriye sorununun belirsizliği yanında AB, Çin ve Japonya’nın büyüme oranlarının küresel ekonomiyi yavaşlatacak derecede düşük seyir göstereceğinin anlaşılması, Türkiye’nin içsel ve küresel ölçekte uygulamaya koyacağı başta ekonomi ve siyaset olmak üzere tüm politikalarda, hata yapmamasını zorunlu kılmaktadır. Ülke olarak birlik ve beraberlik içinde hareket etmemiz, sorunların üstesinden gelinmesinde en önemli avantajımızdır.
Soru: Gelişmiş bir ülkenin yapısal sorunları olabilir mi? Neden?
Sözün Gözü: Kişi kibirlendiği kadar küçülür.