İnsanoğlu her halde ve durumda “kendince” hep daha iyisini hep daha fazlasını istiyor. Yetmiyor çokça kazanmak istiyor, kazancı artsın, bugün beş kazanırken yarın altı kazansın istiyor. İdealize edilmemiş ve sınırlandırılmamış bu istek bir müddet sonra arzu ve daha sonra hırs haline geliyor.
Peki, bunda bir mahsur var mı? Görüntü de yok… Yaratılış icabı daha çoğunu istemeye meyyaliz. İlkeler ve prensipler temelinde olduktan sonra “çok kazanamazsın” demeye kimsenin de hakkı yok. Hatta çoğu din, çoğu inanç sistemi ve neredeyse tüm dünya görüşleri, kazanmayı teşvik ediyor. Peki, problem ne ki konu kazanmak olunca temiz vicdan sahiplerini, samimi fikir adamlarını, eli kalem tutan aydınları, derdi olan din adamlarını rahatsı eden bir şey varmış hissine kapılıyoruz. Vatandaş neden feveran edip duruyor sahi?
Azizim, daha çok kazanmak istemen de bir beis, bir eksiklik, bir terslik yok. Mesele; ben kazanmalıyım, daha çok kazanmalıyım ve hep kazanmalıyım deyince başlıyor. Daha dramatik olanı ise; “ben kazanmalıyım ama ne olursa olsun kazanmalıyım” hırsı ve kabulü. Bu hırs, bu kabulleniş bir müddet sonra “her şeye rağmen kazanmalıyım” kabullenişi ile zirveye ulaşıyor. Bu kabulleniş kazanç yollarından tut da hileye, sahtekârlığa, kandırmaya kadar, oradan haksız rekabete, oradan ezip kural tanımamaya kadar varıyor. Sonra ne mi oluyor? Tüm ilkeler, tüm prensipler, tüm hassasiyetler yerle yeksan oluyor.
Bu vaziyet; daha çok kazanmak için her yolu mubah her yolu sıradan gören zihniyet için kalıp tutuyor, katılaşıyor, kabulleniliyor. Kazanmalıyım ama doğru yoldan olmalı, helalinden olmalı, insana zararım dokunmamalı gibi hassasiyetler yerini kâr ve netice odaklı bir piyasaya bırakıyor. Bu da yetmiyor, sıradanlaşan ve normalleşen “her şeye rağmen kazanmalıyım” inancı çoğalıp “olması gereken şey budur” teslim oluşuna evirilmiş oluyor. Kazandığım bana yeter, arkadaşım da nasiplensin, şunu da paylaşayım diyen birine de “enayi” yaftası vurulup gidiyor.
Hani en basitinden son tüketim tarihi geçmiş süt ürünlerini işlemden geçirip başka bir ürün olarak piyasaya sürmek, paketin gramajını düşürüp fiyatını aynı tuttuğunu söylemek, insana zararlı olduğunu bile bile, sırf belli oranda kullanımına izin verildiği için kimyasal katkılar kullanmak, tavuk çiftliğinde horoz çıkmasını engelleyen hormonlar kullanmak, bahçenizde hangi ürünü istiyorsanız onun dışındaki tüm bitkileri daha büyümeden öldüren ilaçlar… Sizin de daha çoğu aklınıza geldi değil mi?
Peki, sadece bu mu yani sadece piyasa dediğimiz alışveriş ve üretim sahasında mı böyle? Her kanun açığını sonuna kadar kullanan, işçiye ücretini en asgarisinden veren, sorumlu olduğu kurumun imkânlarını kazanca dönüştüren, ihaleyi ben alayım da diğerleri zaten umurumda değil deyip her türlü yola tevessül eden… Saydıkça çoğalıyor değil mi?
Haydi, piyasa, ekonomi, Pazar filan dedik. Ya insan ilişkileri… Her türlü ilişki de kazançlı çıkan ben olmalıyım, ben merkezdeyim, asıl olan benim diyen o sahte yüzler… Yok yok, bu mevzu bu yazıyı aşar.
Diğer yönden ben kazanayım da o ne yaparsa yapsın, ötekine ne olursa olsun, halkım, vatanım çok da umurumda değil anlayışı “her şeye rağmen kazanmalıyım” kabullenişinin acı ve ağır olan tarafı olsa gerek.
Oysa kazanmak helalinden olursa, insani ve vicdani ilkeler üzerinden yürürse “her şeye rağmen biz kazanırız” cümlesine döner ki kanaatimce budur asıl olan.