İlk defa bir yaz günü cami inşaatının önünde elindeki gazete’yi pür dikkat okurken gördüm onu. Arada bir anlına dökülen beyazlaşmış saçlarını özenle düzeltiyor, gazeteye gömdüğü başını hiç kaldırmadan adeta sayfaların arasında mekik dokuyordu. Onda ilk dikkatimi çeken şey, küçük burnunun üzerinde eğri büğrü duran gözlüğüydü. Üstündeki elbise kir ve pas içindeydi. Ökçesine bastığı iskarpinler sağından solundan patlamış, ayağında eğreti bir görünüm oluşturmuştu. Oturduğu ahşap sandalyenin koluyla bedeni arasına sıkıştırdığı bir tomar gazetenin okunma sırasını beklediği belliydi. O an içimden görünüşüyle beni etkilemeyi başaran bu ilginç adamı tanımalıyım diye geçirdim. Yanına biraz daha yaklaşıp selam verdim. Gazeteye gömdüğü başını hafifçe kaldırıp bana; “bu da kim?” dercesine şöyle bir baktı. Birkaç saniye sonra ağzından, “Ve aleykümselam” sözcüğü döküldü. Kulak kesilmesem belki de bu sözü hiç duymayacak, boşu boşuna günahını almış olacaktım. Cami inşaatında çalışan köylülerin kollarını sallayarak bana; “hoş geldin öğretmen bey.” Demeleri dikkatini çekmiş olacak ki, elindeki gazeteyi bir mermer parçasının altına sıkıştırıp ayağa kalktı. Gözlerini iki eliyle ovuşturduktan sonra davudi sesiyle; “Ben kümük usta” deyip sağ elini bana doğru uzattı.
Köy muhtarı, “Kümük usta”nın peşinden az koşmamıştı. Yaptırılacak caminin eşi benzeri olmamalı, köyleri bu camiyle anılmalıydı. O yüzden cami yapımını sıradan birine emanet etmek istemiyordu. Ancak adı “Mimar Sinan gibi adam” diye anılan; “Kümük usta” camiyi istediği gibi inşa eder, mihrap ve minberdeki ahşap oymalarından tutunda, sütunlardaki alçı işlemelerine varıncaya dek dört dörtlük bir iş çıkarırdı. Ona güveni sonsuzdu. Caminin bir dahaki Ramazan ayına yetiştirilmesi için anlaşmaya varılmıştı. Ancak ustaya ödenecek ücret konusu ortada kalmıştı. “Kümük usta” önce işimizi bir teslim edelim, gerisi kolay. Bir rıza anlaşırız.”diyor, başka bir şey demiyordu. Hal böyle olunca, muhtar; “Kümük usta”nın başka yerlerde yaptığı camilerden aldığı ücreti araştırmaya koyuldu. Çıkan sonuç oldukça şaşırtıcıydı. Usta emeğinin takdir edilmesini istiyor, verilene de itiraz etmiyordu.
O tüm zamanını çalışarak ve okuyarak geçirmeyi yaşam biçimi haline getirmişti. İki eli kanda dahi olsa köy postasını karşılar, ısmarladığı gazeteleri muavinin elinden aldığı gibi okumaya koyulurdu. Saatlerce okur, okurdu. Daha sonra onunla olan dostluğumuz pekişti. Köy odasında kalmasına gönlüm razı değildi. Kendisine; “İstersen okul lojmanında beraber kalabiliriz.” dediğimde sevincinden ne diyeceğini şaşırdı. Neden sonra; “Eyvallah” diyerek, sağ koluyla omzumu birkaç kez dokundu.
Yanıma geldiğinde, elindeki tahta valizi taşımakta zorlandığını anladım. Ona; “Ustam, siz benim misafirimsiniz. Bırakın valizi ben taşıyayım.” Dedim. O samimi bir tavırla; “Olur mu öyle şey öğretmen bey. Yük benim yüküm.” Diye çıkıştı. Valizini aldığı gibi odasının yolunu tuttu. Bir gün merakıma yenik düşüp odasına girdim. Valizi ağzına kadar kitapla doluydu. Kütüphane dışında ilk kez bu kadar kitabı bir arada görüyordum. Ağzım adeta açık kaldı. Ona olan hayranlığım daha da artmıştı. Bir an önce onun hayat hikâyesini öğrenmeliyim diye düşündüm. Ben ona sormadan o anlatmaya başladı. Gözleri nemlendi. Sanki içine alev’den bir top düşmüştü. Derinden bir nefes alıp, anlatmaya başladı; “Eşimi deliler gibi seviyordum. Bir oğlum, bir de kızım vardı. Öylesine mutluyduk ki anlatamam. Lakin o uğursuz gün yok mu? Üçünü de elimden aldı. Trafik kazası dediler. Can havliyle yanlarına koştum. Yüzlerine dahi bakamadım, param parça olmuşlardı.” Diyerek konuşmasını sürdürdü; “Ondan bu yana bir çıkış yolu aradım öğretmen bey; ya tımarhanelik olacak, ya da hayata tutunacaktım. İşte o zaman kitaplar yetişti imdadıma.” Titremeye devam eden sesi bir anda kesilir gibi oldu. Kocaman bedeniyle kucağıma yığılıverdi.