İnanıyorsan, üstün olan sensin… Bu ilke hem bir müjde hem bir prensip olarak inancımızın müntesibine verdiği kıymetin yansımasıdır.
Dünyanın herhangi bir yerinde bir Müslümanın çektiği eziyet, sıkıntı, duyduğu elem, acı döktüğü kan ve gözyaşı hiçbir şey yapmıyorsa en azıyla kalbimizi hüzne boğmalı değil midir? Bedenin herhangi bir yerinde meydana gelecek ağrı ve sızının diğer organları da etkileyeceği gibi tek bir Müslümanın bile acısından diğer Müslümanların haberdar olması gerektiğini bize öğreten, peygamberdir. Müslümanların yekvücut olduğuna inanmamız İslam’ın dinimiz olmasından kaynaklıdır.
“Müslüman coğrafyasında kan ve gözyaşı” başlıklı bilmem kaç yazı yazılmış, bilmem kaç konferans verilmiş, toplantı yapılmıştır. Bu ifadenin kullanılmadığı bir sohbet meclisi yok gibidir. Esasen bu durumun değişeceği kanaatinde değilim hatta değişmeyecektir de. Bunun birçok sosyal, ekonomik, tarihsel sebebi olmakla birlikte İslam’ın takdirinde bunun olduğu inancındayım.
Müslüman, konforlu yaşamaz, iktidarı ve kendine verilen imkânı israf etmez, şaşalı ve debdebeli hayatı reddeder, ihtişamıyla göz kamaştıran en parlak dönemlerde bile gösteriş ve caka atmayı düşünmemiştir. Tam tersine Müslüman bu nimete şükreder ve şükrünü “daha İslam’a girecek yok mu, fethedilecek toprak kaldı mı” fikriyle dertlenir durur.
Azametli ve ihtişamlı bir çağ yaşamadığımız söylenebilir lakin bizim azametimiz ve ihtişamımız sahip olduğumuz toprağın büyüklüğü, hazinemizin dolup taşması, ordularımızın sayıca üstün olması ile göstermez kendini. Bizim azametimiz ve ihtişamımız her an cihat ederek ölmeyi göze alışımızdan gelir.
Ölmeyi göze alabilmek çok az bir sebeple olur, biz ise ölmeyi göze aldığımız için Müslüman adını almışızdır. Ölümlerin en şereflisi ve övüleni, cihat meydanında olanıdır. Bu mümkün görünmüyorsa cihat etmeyi kalbimizden geçirmemiz bu şerefli ölüme talip olduğumuz anlamına gelir. Eğer kanımız ve gözyaşımız bu şerefe nail olmak içinse zaten azametli bir işe kalkışıyoruz demektir.
Şimdi Arabistan yarımadasından başlayarak, Doğu Türkistan’a kadar, Filistin’den Somali’ye kadar bu topraklar da dâhil Müslüman olarak benim acı çektiğim, zulüm gördüğüm, ağladığım ve kan döktüğüm doğrudur, gerçektir. İşte tam da bu gerçek benim hâlâ ölümü göze alabildiğimin bir işareti ve delilidir. Biz ağlayalım ve bizim kanımız aksın demek değil elbet bu.
Dünya bizim için altında bir müddet istirahat ettiğimiz bir ağaç gölgesidir, ebedi yolculuğumuzda bir “an” kadardır belki de. Bu “an” benim İslam oluşumun fırsat ve imkânı olacaktır. Bu imkân beyhude ve öylesine bir aleladelik değildir elbet. Mücadele ve mücahede şart ve gereklidir.
Bahsini ettiğimiz mücadele evvelemirde İslam’a davet edipte olumlu cevap alamadığımız güruhla olacaktır. Bu davetin güçlü olmakla, hâkim olmakla ilgisi vardır mutlaka. Lakin tek başına bizim Müslüman oluşumuz Batı dünyasının iliklerine kadar korkmasına ve tedirgin olmasına yetiyor. İçine düştüğümüz “ben”lik kavgası her ne kadar “mücadele” niyet ve azmimizi zayıflatıyorsa da nitekim azametimizden eksilen bir şey olmuyor.