Hazine Nerede? N/Asıl Zengin Oluruz?

Mehmet Toker
Gönül kelimesinin batı dillerinin neredeyse tamamında karşılığı yoktur. Çünkü gönül ve gönül kelimesine bağlı olarak ortaya çıkan kavramların birçoğu doğuludur. Rahmet, merhamet, isar, tevazu, kanaat gibi. Bu kavramlar kaynağını İslam kültür ve medeniyetinde alır. Batının gönül dünyası, gönül gözü yoktur. Batı, gücü, şiddeti, maddi çıkar ve menfaati, hazzı esas alır. Bütün dünya görüşü bu eksende çerçevelenmiş ve oluşmuştur. Çünkü hayat algısı tek ayaklı bir dünya algısı üzerine inşa edilmiştir. Ahiret ve buna bağlı olarak, cennet ve cehennem kavramları ile Hristiyanlığın Avrupa'ya girmesinden sonra tanışmış ancak Hristiyanlıktaki cennet ve cehennem inancı ve anlayışı  net/mantîki olmadığından dolayı bu tanışma kısır bir döngünün ötesine gidememiştir.
 
Bu kısır döngü ilk  olarak Fransa toplumunda patlak vermiş, laiklik anlayışı; din kavramını, ictimai hayattan dışlamış, ekonomik, sosyal, siyasal hayatın dışına çıkarmış, sadece kiliselerin dört duvar arasına hapsetmiştir. Bu kabulleniş, dini toplum hayatından dışladığından dolayı da toplum dinden boşalan alana sekülerizmi ve materyalizmi inşa etmiştir. Bunların izdivacından da kapitalizm türemiştir.  Kanaati olmayan, doymak bilmeyen, hırs, tamah ve açgözlülükle dünyaya saldıran seküler, materyalist ve hedonist zihin yapısı, vahşi kapitalizm diye tarif edilen ve kendi çıkarlarını ve hazlarını her şeyin üzerinde gören, kendisi yaşayabilmek için diğer insanların ve toplumların ölümünü sıradanlaştıran ve hedefe giden yolda mübah kabul eden anlayışı doğurmuştur.
 
Bu felsefe, sürekli kazanmayı, hayatı sürekli konformize etmeyi, elindeki ile yetinmeyip büyük bir hırsla, tamahla ve tûl-i emelle dünyaya saldırmayı bir yaşam biçimi kabul etmiştir. Bu felsefe insanları daha da saldırgan, kural tanımaz hale getirmiştir. Saldırgan ve kural tanımaz insanları, manevi duygularla frenleyemedikleri için, maddi yasaklarla, katı kurallarla frenlemeye çalışmışlardır. Bu en bariz olarak Alman toplumunda görülür. Alman toplumunun mekanik bir yapıya sahip olmasının temel sebeplerinden birisi budur. Manevi duygu ve düşünceler neredeyse yoktur. Ama katı kurallar, robotik ve mekanik hayat en üst seviyede hissedilir. Nazım Hikmet Ran'ın şiirinde dile getirdiği "makinalaşmak isteği" bu felsefi alt yapının tezahürüdür. Türkiye üzerinde toplum mühendisliği yapan mandacı güç bu anlayışı, yani maneviyatı dışlayan, toplumu tamamen tüketici bir toplum haline getiren, hazzı, maddi çıkarları önceleyen, vahşi kapital felsefeyi maalesef batıdan ithal etme yarışına, çılgınlığına girmiştir.  Vahşi kapitalizm dediğimizde hiç doymayan bir iştiha, hırs, tamah ve hiç ölmeyecekmiş gibi bir tûl-i emelle, dünyaya, dünya nimetlerine saldırma olarak tarif edebiliriz. Bu anlayış, sadece kişiyi psikolojik manada etkileyen bir durum değil, aynı zamanda toplumun ekonomik yönde de kaybetmesini, bağımlılığını ve neticede zihnen, fikren, bedenen, mesai olarak köleleşmesini netice veren bir anlayıştır.
 
Sürekli alma tutkusunu karşılayabilmek için bireyler daha çok paraya ihtiyaç duyar. Daha çok para sahibi olmak için daha fazla kazanmak, daha fazla çalışmak; helalinden elde ettiğiniz para, dürtüleri bastırmaya, frenlemeye yetmiyorsa ya başkalarının hakkına göz dikerek gasp etmek yada sürekli faiz karşılığında borçlanmaya kapı açan bir süreci beraberinde getirir. "Borç alan emir alır." ilkesinden hareketle borç alanlar  kapitalizm canavarının veya devlerinin kölesi durumuna gelmiş olur.  Borç almadan başkalarının hakkına göz diker gasp etmeye çalışırsa, bu dünyada terörizm ve küresel savaşlarının alt yapısını oluşturur. I., II. Dünya savaşları,Vietnam, Afganistan, Irak, Suriye, savaşlarında, Afrika, Amerika ve Avustralya'daki katliam ve soykırımlarda  olduğu gibi. 
 
Batı toplumunun, kilise babaları tarafından su-i istimal edilerek kontrolsüz bir güç haline getirilen muharref/batıl bir dini toplum hayatının dışına itmesi, laisizmi, sekülerizmi, kapitalizmi, materyalizmi hayat anlayış olarak kabul etmesi dünyaya mutluluk getirmemiştir. Yanlış, bir başka yanlışla düzeltilememiştir. Bilakis daha fazla kaos, savaş, terörizm, soykırım ve katliamlar getirmiştir. İşin tuhaf tarafı Türkiye'de toplum mühendisliği yapanlar, hayatın içinde yaşayan  İslam'ı, Hristiyanlıkla kıyaslayarak; İslam'dan kurtulduğunda, İslam'ı toplum hayatının dışına ittiğinde, kalkınacağı, ilerleyeceği, çağdaşlaşacağı, mesut bir toplum olacağı propagandasına kanarak, laikliği kendisine dayatan güçlerin bu dayatmasına bir anlamda boyun eğmiş ve kendisine kurtuluş reçetesi olarak sunulan ama kendi bünyesine, kültürüne uymayan anlayışı toplumuna ithal etmiştir.  Bu iflas ithalatını büyük bir başarı yenilenme ve çağdaşlık emaresi gibi propagandalarla kabul ettirmiştir. Fakat geldiğimiz noktada artık bu anlayışın, bu toplum bünyesine uymadığını, toplumda farklı sosyolojik ve psikolojik rahatsızlıklara, ekonomik problemlere sebep olduğunu görmekteyiz.
 
Son 20 yılda alım gücünün artmasıyla, vahşi kapitalizmin tetiklediği, seküler dürtüler bir kriz olarak kendisini hissettirmektedir. Toplumdaki son birkaç yıldır ekonomik kriz olarak görülen psikolojik krizin sebebi de bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.  Artık toplumumuzun bütün mücadelesi daha iyi, daha geniş, semti daha güzel evde oturmak, segmenti daha üst, modeli daha yeni arabaya sahip olmak, daha konformist bir hayat yaşamak, konforundan ödün vermemek şeklinde bir yarışın içerisine girmiştir.  Tabii daha üst, daha yeni, daha büyüğe, sahip olmak için daha fazla çalışmak ve daha fazla kazanmak zorundadır. Kazandığı, konformizmine yetişmediği zaman bankalara borçlanmak suretiyle bu açığını kapatmaya çalışmakta fakat bu açık sürekli büyüyen bir karadelik olduğundan dolayı açığı başka bir açıkla krediyi başka bir kredi ile kapatma anlayışı krizi daha da içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Bugün toplumumuzdaki ekonomik kriz gibi gözüken tablonun altında esasen, sekülerizm krizi ve bireylerin vahşi kapitalizmin gönüllü kölesi olduğunun farkında olmaması vardır. Zira ekonomik kriz olan bir toplumda, Amerikan menşeli bir cep telefonunun 12. sürümünü alabilmek için insanlar birbirini ezmez veya aylar öncesinden sıraya girmez yada ülkeye gelen ilk parti telefon geldiği gibi bitmez. Şayet gerçek manada ekonomik bir kriz olmuş olsaydı 0 kilometre lüks araba almak için insanlar 3-4 ay sıra beklemezdi yada eğlence mekanları, lüks restaurant ve kafeler müşteri bulamaması gerekirdi. Halbuki bu tür mekanlarda oturacak yer bulamıyorsunuz. Toplumda ekonomik bir kriz değil, konformist  bir çıkmaz, sekülerist bir açmaz var. Eldeki ile yetinmeme, daha fazlaya sahip olma hırsı, toplumu bir anlamda ekonomik olarak köleleştiriyor.
 
Ekonomik kriz nasıl olur? 2001 ve öncesi Türkiye gibi olur. Konformist  çıkmazın, sekülerist açmazın çaresi, çözümü ekonomik değil manevidir.  Hırs, tamah, hedonizm, tûli emel'le dünyaya saldırma, daha konformist bir hayat yaşama, ölmeyecekmiş gibi biriktirme ve yığma anlayışı, daha fazlasına sahip olarak mutlu olacağımızı zannetme yanılgısı bizi bu açmaza ve çıkmaza götürdü. Bu hastalıkların tek bir tedavi yöntemi ve ilacı var. O da kanaatkar olmak. Biz toplum olarak "kanaatkarlık" duygusunu kaybettiğimiz için, yani gönül gözümüzü doyuramadığımız için, gönül gözümüz dünyanın fani olduğunu görmediği için mali, ekonomik, psikolojik çıkmazdayız. Maddi hazlarımızı/beklenti ve hedeflerimizi yerine getirdiğimiz zaman mutlu olacağımızı zannettiğimiz için mutsuzuz. Daha fazla mala, mülke, servete, ünvana sahip olduğumuzda mutlu olacağımızı zannettiğimiz için köleler gibi yaşıyoruz. Bu da bize mutluluk değil bilakis mutsuzluk getiriyor.
 
Kanaat payına razı olma, iktifa etme, başkalarının elindeki nimetlere göz dikmeme, aşırı kazanma hırsından kurtulma manalarına gelen bir kavram. Kanaatkârlık insanı kölelikten kurtaran, iffet, tokgözlülük ve gönül zenginliğini esas alan bir duygudur. Asıl zenginliğin mal çokluğu değil gönül zenginliği olduğunu, hakiki  mutluluğun gönül gözüyle etrafımızdaki nimetleri, meşru şartlar dahilinde insanlarla paylaşabilme zenginliği olduğunu ortaya koyar. Bazı kaynaklarda hadis olarak geçen, ancak Muhammed Bin Münkedir'in babasının sözü olan. "Kanaat tükenmeyen bir hazinedir!"  ifadesi İslam ahlak ve kültürünün ve İslam medeniyetinin dünyaya, dünya nimetlerine, kazanma ve harcama hırsına karşı ortaya koyduğu felsefi bir yaklaşımdır. Gönül dünyasının maddi dünyadan daha zengin olduğu zaman insanın gerçek manada mutlu olacağını ortaya koyan bir ifadedir. Bugün toplumumuzda sosyolojik, psikolojik bir takım rahatsızlıklar, ekonomik kriz gibi gözüken çıkmazlar, açmazlar sözkonusu ise bütün bunların sebebi kanaatkârlığımızı kaybetmemizdir.
 
Kendi kültür ve medeniyetimizi dışlayarak, lugatında gönül kelimesi bile bulunmayan batıl bir din anlayışının sebep olduğu yanlış dünya anlayışı neticesinde ortaya çıkan batı kültürünün, birtakım felsefi kabullenmelerini sorgusuz sualsiz kabulü toplumumuzda travmalara sebebiyet vermiştir. Toplumuzdaki kaos ve keşmekeşin sebebi, insanın maddi, manevi, ekonomik bütün hayatını kapsayan İslam dinini; inanç ilkelerinde ciddi dilemmalar bulunan, Hristiyanlıkla kıyaslayarak kendi kendimizi mahkum etmemizdir.  Çözüm, kendi kültür ve medeniyetimize dönüp, katarakt olan gönül gözlerimizi kanaatkârlık ilacı ile tedavi ekmekten geçiyor. Yoksa bu konformist anlayış, seküler, materyalist hırs ve vahşi kapital tamah bizi başkalarının kölesi haline getirecektir. 
 
Bugün savaşlar sadece konvansiyonel silahlarla yapılmıyor. Modern çağda asıl savaşlar ekonomik savaşlardır. Modern dönemde kölelik: elimize zincir, ayağımıza bukağı vurularak, taş ocaklarında çalıştırmak suretiyle değil boynumuzda kravat, elimizde hesap cüzdanları, bilgisayar başlarında, ofislerde, bankalara, faiz kurumlarına çalışmak şeklinde oluyor. Artık kapital baronlar dünya insanlarını köleleştirmenin yöntemini bu şekilde uygulamaktadırlar. Kanaatin bitmeyen bir hazine olması, asıl zenginliğin servet sahibi olmak değil, gönül zenginliği olduğuna vurgu yapılmasının hikmeti, kanaatkârlığın insanı özgürleştirmesinden dolayıdır.