Hayat üniversitesinden mezun oldum deme hakkı, üniversitelerin iletişim fakültelerinden ve özellikle halkla ilişkiler bölümünden mezun olanların hakkı olsa gerektir.
Hayatı bütün zorlukları ile yaşayanların söylemesine alıştığımız bu söz, üniversite mezunu olan bu insanların hayatın gerçek zorlukları ile karşılaşmaları durumunda anlam kazanmakta ve aslında hayat üniversitesine mezuniyetle beraber başladıklarını fark etmeleri, çok fazla zamanlarını almamaktadır.
Acımasız hayat, gün gibi karşılarına dikilmektedir.
Halkla ilişkiler eğitimi alarak hayat üniversitesinden mezun olduğunu söyleyen öğrencilerin yanı sıra, bu bölümlerde hocalık yapan insanların, “ben hayatı öğretiyorum” deme haklarının olduğunu da söylemeden geçmeyelim.
Her öğrenciye verilen dört yıllık emek, binlerce saha araştırması ve hayatın her köşesine uzanan meraklı sorular, öğrencilere okutulan hayatı şekillendirmekte ve bu öğrenciler hayata hazır hale getirilmektedir(!)
Hayatı öğrenen ve hayata en hazır olan gençler, iletişim okuyan gençlerse ve toplum içinde hâlâ saygı duyulan bir mesleğe sahip olamayan gençler yine aynı gençlerse, bu işte yanlış giden bir şeylerin olduğu açıktır.
Halkla ilişkiler, hayatın ta kendisidir ve bu hayatı öğreten eğitim de, her türlü takdiri hak etmektedir. Fikri düzeyde idealize edilmiş bir konumda olan halkla ilişkiler eğitimi, gerçekten misyonunu yerine getiriyor mu ve mezunlar hak ettikleri konuma gelebiliyorlar mı?
Öyle bir halkla ilişkiler eğitimi ki; hayatı öğrenen insanların gerçek hayatta “sudan çıkmış ördeğe” döndüğü bir sonu hazırlıyor mezunlarına. Bu tabiri hakkıyla anlamak için, sudan çıkmış bir ördeğin çırpınarak üzerini kurutmadan önceki halinin görülmesinde fayda var.
Tıp öğrencisi, tıbbi ilimleri öğrenirken kendisini doktorluğa hazırlıyor; eğitim fakültesi öğrencisi, kendisini idealist bir öğretmen olmak için motive ediyor; hukuk fakültesi öğrencisi hem savunan adam hem de karar adamı olmanın vereceği güven ile kendisini avukatlığa ve hakimliğe hazırlıyor; etki-tepki problemlerini gökdelenler dikerek çözen mühendislik öğrencisi, hayatı bir fizik kuralından ibâret sayarak ama hayata hâkim olarak sürdürüyor yaşamını.
Peki, hayatı öğrenerek, hayat üniversitesinden mezun olan, halkla ilişkiler bölümünü bitirerek ellerine diplomalarını alan ümit dolu(!) gençler kendilerini hayatın hangi acımasız köşesinde buluyorlar?
Sınırlı sayıda mezun, aldığı eğitimin gereği çeşitli kurumların halka ilişkiler biriminde kendilerine yer bulmakta, kimileri merkezi sınavda başarılı olmak şartıyla düz memurluk yapmakta, kimileri polislik mesleğini tercih etmekte, birçoğu bedeni kuvvet gerektiren işlerde hayatlarını kazanabilmek için çalışmakta ve büyük bir kısmı da maalesef işsiz olarak ortalıkta dolaşmaktadırlar.
Belli bir mecraya yönelemeyen halkla ilişkiler mezunlarından geri bildirimlerin alınması da güçleşmekte ve fakültelerde verilen eğitimin fayda ölçümleri de sağlıklı bir şekilde yapılamamaktadır. Bu da, eğitime yön vermesi gereken politikaların belirlenmesinde güçlüklerin yaşanması ile sonuçlanmaktadır.
Ömrünü bu işe adamış profesörlerin emeklerinin kıymetsizliği de, ayrı bir acınası durum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Halkla ilişkiler eğitiminde en başta öğretilen kavram iletişimdir. İletişim, gerçekten hayatın ta kendisidir. Watzlawick ve arkadaşları “iletişimsizlik mümkün değildir” (aktaran Orhan Gökçe, 2005; 40) derken aslında iletişimsiz mümkün olmayanın hayat olduğunu söylemeye çalışmışlardır. O zaman, iletişim eşittir hayat demek de, kimsenin itiraz etmeyeceği bir tespit olsa gerektir.
İletişimi öğrenen gençler, bu denklemden yola çıkarak söylersek, hayatı öğreniyorlar. Ne kadar tatlı bir tespit ve ne güzel bir ifade!
Gerçek, hiç de düşündüğümüz gibi değil maalesef.
Halkla ilişkiler mesleğinin ahvâline ve bu mesleğe neden henüz yeterince saygı duyulmadığının tespitine yönelik bu girişi yapmış olalım ve gelecek yazılarımızda devam edelim İnşaallah.
Duânızı eksik etmeyin efendim.