Mezarlığa girdiğinde gün henüz doğmuş, serin fakat tatlı bir bahar esintisi mezar taşları arasında gezinmeye başlamıştı. Bir ürperti gelip tüm bedenini sardı, anlık bir titreme, sıkışan bir kalp, derin bir nefes… Elini kalbinin üstüne koydu, elan bulunduğu sahneye dâhil olmanın kaçınılmaz sorgusu... Serviler, salkım söğütler, akasyalar, yenibahar çiçekler ve onca nebatat; hepsi, olur da birini huzursuz eder, uyandırır mıyız tedirginliğinde, mahcup ve sakin biteviye salınıyor.
Kimisi başını eğmiş taşların, kimisi hâlâ mağrur ve dik başlı, kimisi çökmüş ve bitkin, kimisi dayamış başını yanına, yanında bulduğuna. Hangi taş kendini layık gördü buraya ve hangi ağaçtan haberdar yazılan tarih, mezar taşına? Her bir mezar bir ağaç altında, ağacın mı altına defin edildi, ağaç mı sonradan mezar başına dikildi?
Karaltı halinde eli belinde ağaçların arasından, öfkeli ama daha çok şaşkın bir ses tonuyla bağıran mezarlık bekçisi olmalıydı; “hayırdır hemşerim, açılmadı daha!” İyi de kime, ne zaman açılacağını kim nerden biliyor, diyecekti, demedi. Meraklanma babında elini göğsüne götürüp, başını öne eğdi. Muhtemeldir ki bekçi “meczup herhalde” dedi.
Buralarda bir yerlerde vaktin birinde kendisine ayrılan kabir yerini görmeye gelmiş olamazdı. Öyle ha deyince gelip gezilecek bir yer midir mezarlık, değildir. Gelip geçerken şöyle bir uğradım demiştir belki… Eskiler bir şehre gidince önce mezarlıkları ziyaret edermiş, varsa bir derviş varsa bir ermiş dua eder öyle şehre girerlermiş. Eskiler gibi olabilir mi bu adam, eskiler gibi sevebilir mi, eskiler gibi sevilebilir mi?
Kabirler arasında bırakılan daracık yoldan yürümeyi değil bizzat kabirlerin arasından yürümeye başladığında neden burada olduğuna değil hep buraya ait olduğuna kani olmuştu çoktan. Garip ve içli bir sessizlikti içine dolan. Oysa tüm kabir taşları sanki konuşmak için bekliyordu. Kime sorsa bin dert kimi dinlese gam ve kasvet… Niye böyledir, niye mezarlıklar hep hüzün ve acı ile bilinir?
Kalbine sokulan sızı parmak uçlarına uzandığında, bir mezar taşına koymakta buldu şifayı. Taşın soğukluğu değildi onu ürperten, sıradan bir taş diyebilir mi buna; nitekim bir insanın başını bekliyor, o mezarın sakiniyle ölüyor, o kabristanda un ufak oluyor. Öyle ya kim bağrına ölüm tarihini asmak ister?
Nedamet halinde, sözlerini damıtarak, yalpalayarak, uyuşmuş parmaklarını saklayarak devam ettiğinde yürümeye, bir uğultu halinde karşıladı tüm bir mazinin sesi. Henüz kazılmış bir mezar başında, belki çokça beddua vardı heybesinde, çokça hicran yarası. Avutulmamış bir çocuk kalbi taşırken koca bir ömrün iflas etmiş bakiyesini bıraktılar eline.
Mezar taşlarının birinde hayal kırıklığı buldu diğerinde vuslat, birinde isyan vardı diğerinde sebat. Cesaret edemediği şeylerin, avucundan kaçırdığı onca umudun, kendine kalan büyük boşluğun hangi mezar taşında olduğunu aramakla geçti tüm gün. Bir çocuk gördü, minik elleriyle gözyaşını siliyor, yanında bir kadın içli içli ağlıyor. Sonra bir ihtiyar, elinde bastonu, alnını dayayıp mezar taşına usulca fısıldıyor.
Tüm gün dolaşıp gün batarken ücra bir köşesinde mezarlığın, bekçi yeniden görünüyor; daha burada mısın be adam! Biçare boyun büküyor, “bugün değilse yarın” diyor. Önce kalbime gerek bir mezar bir de kabir taşı. “Arama” diyor bekçi; kalbin, göğüs kafesinde gömülü.